Mevlâna’da hiç şüphesiz ki Muhammedî feyz nefesleriyle, gönül birliği, can birliği vardır. Hüdâvendigâr Mevlâna’nın Mesnevî’si, Hazreti Muhammed’in peygamberlik sırrının; Divân-ı Kebîr’i de Hazreti Muhammed’in velîlik sırrının Mevlâna’da tecellî etmesinden zuhûr etmiştir.
Mevlâna’daki demin vasfını, geliniz yüce Hazret’in kendi samîmi dilinden dinleyelim.
Mesnevî’sinin 1. Cildinde, ilhâmların verdiği sarhoşlukla kendinden geçerek, coşkun bir vahyin tesîriyle, tebliğleriyle dolan gönlünün, Hazreti Muhammed’in feyz demiyle birleştiği kavuşma anındaki kendinden geçişten biraz kendine gelince, Hakîkat-i Muhammedîye’nin hakkânî tercümanı olarak diyor ki:
“Ayıkken bile sermest olan, eline kadehi alınca nasıl olur?
Anlatılmayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığın yayılmış yeşilliklerine gelince, neşesinden sarhoşluğu büsbütün artar…
Ben kâfiye düşünüyorum, sevgilim bana der ki: Yüzümden başka bir şey düşünme.
Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur. Benim gözümde devlet kâfiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf ne oluyor? Üzüm bağının çitten duvarı.
Harfi, sesi, sözü birbirine çalıp parçalayayım da bu üçü de olmaksızın seninle konuşayım.
Âdem’den bile gizlediğim sözü, ey cihanın sırları olan sevgilim, sana söyleyeyim.
İbrahim Halil’e bile söyleyemediğim sözü, Cebrâil’in bile bilmediği derdi, Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Allah’ın bile, kıskanıp biz olmadıkça, kimseye açmadığı sırrı, sana açayım, söyleyeyim.
Ben kendimi yoklukta buldum. Onun için kendimi yokluğa fedâ ettim.”
Rubâi:
“Ben dağ bile olsam, hep senin sesinle seslenirim. Saman çöpü kesilsem, hep senin ateşine yanarım. O ateşte duman olur, tüterim ben!
Senin varlığını gördüm de utancımdan yok oldum. Fakat bu yok oluş aşkıyla varlığıma can geldi.
Nereye yokluk gelse, orada varlık yok olur. Bu ne biçim yokluktur ki, geldi de onun yüzünden varlığım arttıkça arttı.”