FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 10

Tanrı’nın Sözü…

Peygamber esridi, kendinden geçti de söz söylemeye başladı mı, “Allah dedi ki” derdi. Hâlbuki görünüşte onun dili söylüyordu. Fakat o, arada yoktu; gerçekte söyleyen, Tanrı’ydı. Fakat o evvelce kendini görürdü; bu yüzden de bu çeşit söz söylemeyi bilmez anlamazdı; böyle sözlerden haberi bile yoktu. Şimdiyse ondan böyle sözler doğuyor, biliyor ki evvelki varlığı yoktur; bu, Tanrı’nın tasarrufudur. 

Nitekim,Tanrı esenlikler versin, Mustafâ, kendinden bu kadar bin yıl önceki insanlardan, gelmiş geçmiş peygamberlerden, tâ dünyanın sonuna dek olacak şeylerden; Arş’tan, Kürsî’den, varlıktan yokluktan bahsediyordu; hâlbuki varlığı, dünkü varlıktı; onun, sonradan meydana gelen bu dünkü varlığı, bunları söylemiyordu. Sonradan meydana gelen, evveline evvel olmayandan nasıl haber verir; şu hâlde anlaşıldı ki o söylemiyor, Tanrı söylüyor. 

“Kendi dileğinden söz söylemez; söylediği, ancak kendisine vahyedilen sözdür.” Tanrı, sesten, harften münezzehtir. Tanrı’nın sözü, harften, sesten dışarıdır. Fakat sözünü de, dilediği her harften, her sesten, her dilden akıtır gider.

Tanrı Erlerinin Bakışı…

Bir azîz, bir isteğini elde etmek için çileye girmişti. Ona, böyle bir yüce istek, çileyle elde edilemez; çileden çık da ulu bir erin bakışı sana düşsün, isteğini elde et, diye bir ses geldi. Eren, o ulu eri nerde bulayım dedi. Câmide dediler. Bunca kişinin arasında nasıl tanıyayım, hangisidir dedi. Dediler ki: Git, o seni tanır, sana bakar; bunu da şöyle anlarsın: Bakışı sana düştü mü, ibrik elinden düşer, kendinden geçersin; anlarsın ki sana bakmıştır. 

Öyle yaptı; eline içi suyla dolu bir ibrik aldı, mescitteki topluluğa su sunmaya başladı. Safların arasından geçerken ansızın onda bir hâl belirdi; bir nârâ attı; ibrik elinden düştü, kendinden geçti; bir bucakta kala kaldı. Herkes gitti. Kendisine gelince yapayalnız olduğunu gördü. Kendisine bakan padişahı orda görmedi amma maksadına da erişti. 

Tanrı’nın öyle erleri vardır ki pek yüce olduklarından, Tanrı da onları kıskandığından halka yüz göstermezler; fakat dileyenleri, pek büyük dileklere kavuştururlar; onlara ihsânlarda bulunurlar. Bu çeşit ulu padişahlar, hem pek azdır, hem pek nazlı olurlar.

Kasîde:

“Âşık, benim gibi olmalı; durmadan yanmalı yakılmalı! Böyle olmayan kişi değildir! O, çocuk gibi âşık oynasın dursun! 

Ey ayın bile kendisine kul olduğu güzel varlık! Ay yüzlü dilber senin gibi olmalı da, bütün ay yüzlülerin hepsinden de güzel, hepsinden de üstün, hepsinden de nazlı olmalı!

Âşık dediğin de, benim gibi olmalı! Öyle mest, öyle kendinden geçmiş olmalı ki, ne halkla uzlaşmalı, ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! 

Aşk, âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamiyle aşka veren kişi ne mutlu kişidir! O, âdetâ, aşk padişahı olmuştur! 

Bu can, yaş bir ağaç dalına benzer; onu tut, kendine doğru çek! Şunu iyi bil ki, ne kadar çekilirse, sana doğru o kadar eğilir! 

Sen çeng gibi gamdan iki büklüm olursan, o vakit seni hoş bir şekilde bağrına basar; elsiz kolsuz seni okşamaya, sevmeye başlar!”

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.