FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 11

Âşık, Kendisini Sevgili’den Ayrı Görmez…

Hüdâvendigâr Mevlâna buyurdu ki: Hani “Gönüller görür görüşür” derler ya; bir lâftır, bir sözdür, bir hikâyedir; söyler dururlar amma onlara da anlamı açılmamıştır; yoksa söze ne hacet vardı? Gönül tanıklık ettikten sonra dilin tanıklığına ne hacet? 

Emîr Nâip dedi ki: Evet, gönül tanıklık veriyor amma gönlün aldığı ayrı bir tat var, kulağın aldığı ayrı bir tat, gözün aldığı ayrı bir tat, dilin aldığı ayrı bir tat. Daha fazla fayda elde etmek için herbirine ihtiyaç var. 

Mevlâna buyurdu ki: Gönül dalar batarsa hepsi, onunla yok olur gider, dile ihtiyaç kalmaz. Sevgisi, Tanrı sevgisi değildi; bedene, nefse aitti; Leylâ da balçıktan yaratılmıştı; fakat bu sevgi, Leylâ’nın sevgisi, Mecnûn’u öylesine bir almıştı, Mecnûn, o sevgiye öylesine bir dalmıştı, batıp gitmişti ki Leylâ’yı gözle görmeye de muhtaç değildi; sözlerini kulakla duymaya da muhtaç değildi. Leylâ’yı, kendisinden ayrı görmüyordu ki. 

Hayalin gözümde, adın ağzımda; 

Anışın gönlümde; nereye mektup yazayım? 

Şimdi bedene ait sevgide bile bu güç, bu kuvvet oluyor, âşığı bir hâle getiriyor ki kendisini, sevgiliden ayrı göremiyor; duyguları hep onda gark olup gidiyor; gözü, kulağı, burnu, başka âzâsından hiçbiri, ayrı bir tat istemiyor, hepsini bir yerde toplanmış görüyor; hepsini bir yerde hazır buluyor. Şu söylediğimiz uzuvlardan bir tanesi, tam bir zevk duydu mu, hepsi de onun zevkine dalıp gidiyor, başka bir zevk istemiyor. Bir duygunun ayrı bir zevk istemesi, alması gereken zevki, tadı tam almadığına delîldir zâti; bir zevk duymuştur amma noksan bir zevktir bu; o zevke dalamamıştır da öbür duyguları da zevk ister, çeşitli zevkler isteğine düşer; her duygu, ayrı bir zevk peşine düşer. Halbuki duygular, anlam bakımından birdir, görünüş bakımından ayrıdır, çeşitlidir. Fakat bir uzuv daldı gitti mi, hepsi onunla beraber dalar gider. Hani sinek gibi. Sinek yücelerde uçtukça kanadı da oynar, başı da oynar, bütün parçaları da oynar. Fakat bala battı mı bütün parçaları bir olur, hiçbiri oynamaz. Dalıp batmak, ona derler ki dalan batan, arada kalmasın, onun çabası da bitsin, işi de, hareketi de. Batmak, ona derler ki ondan meydana gelen her iş, onun işi olmasın, suyun işi olsun. Hâlâ suda elini, ayağını oynatıyorsa buna batış demezler. Ah, battım, boğuldum diye bağırıyorsa buna da batmak boğulmak demezler. 

Halk “Ben Tanrı’yım” demeyi büyük bir dâvâ sanır; halbuki “Ben kulum” demek büyük bir dâvâdır. “Ben Tanrı’yım” demek, büyük bir gönül alçaklığıdır. Çünkü “Tanrı kuluyum” diyen, iki varlık ispat eder; bir kendisini, bir de Tanr’yı isbata kalkışır. Fakat “Ben Tanrı’yım” diyen, kendisini yok etmiştir, yele vermiştir; “Ben Tanrı’yım” der; yâni ben yokum, hep odur, Tanrı’dan başka varlık yoktur; ben salt yokluğum, hiçim der. Gönül alçaklığı, bunda daha artıktır; bundan dolayı da halk anlamaz. İşte buracıkta bir kişi, Tanrı rızâsıyçin Tanrı’ya kulluk eder; kulluğu meydandadır; Tanrı için kullukta bulunur amma kendisini de görür, yaptığını da görür, Tanrı’yı da görür; o suya batmamıştır, suda boğulmamıştır. Suda boğulan o kişidir ki onda hiçbir hareket, hiçbir iş kalmaz; hareketi, suyun hareketinden ibârettir. 

Bir arslan, bir ceylânın peşine düşmüştü hani. Ceylân ondan kaçıyordu. Kaçtıkça da iki varlık vardı: Biri arslanın varlığı, öbürü ceylânın varlığı. Fakat arslan ona erişince ceylân, onun pençesinin altında mahvoldu, arslanın korkusundan kendinden geçti, arslanın önünde yere serildi mi, o anda artık, yalnız arslanın varlığı kalmıştır, ceylânın varlığı yok olmuş gitmiştir.

Rubaî:

“Burada kaplan da, ceylân da; ‘Yâ Hu, Yâ Allah!” diye nârâlar atıyorlar. ‘Âh’ın da sığındığı bir varlık bizi çekip götürüyor. 

Bir arslan var ki, varlığımıza, kendi sütünden başka bir şey vermiyor. Bir arslan ki, varlığımızı varlıktan kurtarıyor, bizi kendimizden halâs ediyor.”

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.