FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 28

Harfsiz, Sessiz Âlem…

Tahsiller eden, tahsile dalan şu kişiler, sanırlar ki buraya kapılırlarsa bilgiyi unuturlar, bilgiden vazgeçerler. Oysa ki buraya gelirlerse bütün bilgileri can kesilir. Bilgilerin hepsi de resimdir, şekildir; canlandılar mı, cansız bir kalıp can bulunca ne olursa o olurlar. Zâti bu bilgilerin temeli ordandır; harfsiz, sessiz âlemden, harf ve ses âlemine göçerler. O âlemdeki söz, harfsizdir, sessizdir. 

“Tanrı, Musa’ya söz söylemiştir, konuşmuştur onunla.” 

Ulu Tanrı Musa’ya söz söylemiştir amma harfle, sesle söz söylememiştir; dille damakla değildir o söz. Çünkü harfe damak gerektir, dudak gerek ki harf, meydana çıksın; yücedir, arîdır dudaktan, ağızdan, damaktan Tanrı. Öyleyse peygamberler, harfsiz, sessiz âlemde konuşurlar Tanrı’yla, duyarlar onun sözünü; öylesine konuşurlar ki şu parça buçuk akıllar, o âleme ulaşamaz, o âlemin izinin tozunu bile bulamaz. Peygamberler, o sözleri harfsiz âlemden, harf alemine getirirler; şu çocuklar için çoçuklaşırlar; hani “Öğretmen olarak gönderildim” sözü var ya, tıpkı öyle işte. Şimdi harf âleminde ses âleminde kalan şu toplum var ya, onlar, bunların hallerine ulaşamazlar amma oradan güç kuvvet elde ederler, büyürler, gelişirler; onunla dincelirler. Çocuk, anasını iyice tanımaz amma onunla dincelir, esenleşir ya; ondan güç kuvvet bulur ya; meyve, daha esenleşir, tatlılaşır, olgunlaşır ya; amma yine de ağaçtan haberi bile yoktur; tıpkı onun gibi bu topluluk da, onu bilmediği, ona ulaşamadığı hâlde o uludan güç kuvvet bulur, yetişir, gelişir. Bütün halk şunu bilir ki aklın harfin, sesin ötesinde birşey, bir büyük âlem var.

Ârifin biri, bir nahîvcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahîvci dedi ki: Söz, şu üç hâlden dışarı olamaz; ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvahlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrüm de yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç hâlden dışarı bir söz vardır umusuyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahîvciyi uyandırmak istiyordu.

Rubaî:

“Ey bülbül! Feryâdına acıdılar, imdâdına koştular. Ben senin feryâdına kul olayım, köle olayım. Sen, gül yüzünden neşelisin. Ben senin ötüşlerinden neşeliyim. O ihsâna nasıl şükredebilirim? 

Aklını başına al da, gül bahçesinden sırlar duy! Harfsiz, sessiz, sedâsız hakîkatler işit! Ey bülbül! O aşk masalını anlayabilirsem, sen de sazına düzen ver, güzel seslerle beni mest et!”

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.