🌹“Can kimdir ki, gözlere senin gibi şirin görünsün? O, gözüyle, gönlüyle seni avlamaktadır sanki. Mezarımın üstünde bir diken bile bitse, o diken aşk ile feryâda gelir.”
Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’da dostlarından iki üç kişinin uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir hâlde bulunduklarını gördü.
Bilgiden doğma merhameti coşup “Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.
“Biliyorum… Karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan adeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere uğramışsınız.
Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.
Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… Benim öğüdümü can-ı gönülden dinleyin.
Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu, gönlünüze pek hoş gelir.
Onlar pek kuvvetsiz, pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
Yavrusunun ardından feryâd-ü figân ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.
Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.
Yavrum velîler de Tanrı çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın… Tanrı, mallarını, canlarını korur, onların ahvâlinden haberdârdır.
Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Tanrı’dır.
Tanrı dedi ki: Bu velîler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.
Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakîkatte dostları da benim, nedîmleri de.
Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüz’ülerimdir.
Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir. Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir vücuttur.”
Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?
Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?
İhsân ve kerem sahibi Lut, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?
Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.
Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.
Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.
Söylesem uzun sürer. Ciğer de ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.
Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… Bu görüşten ne kadar uzaksın!
Bu kör, ne şaşılacak kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.
İnsan, hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.
Benliğini kıracak yerde oyna, salında şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.
Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raks ederler.
Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… Noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.
Çalgıcıları, içlerinden def çalar… Denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.
Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.
Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… Ten kulağıyla duyulmaz ki.
Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.
Muhammed’in kulağı, sözlerin içyüzünü duyar. Tanrı, ona Kur’ân’da “Kulağın ta kendisi” der.
Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti süt ninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
(Not: Bu yazılar; Hazreti Mevlâna’mızın Mesnevî’sinden ve Dîvân-ı Kebîr’inden, Hazreti Şems’imizin Makâlat’ından, Hazreti Sultan Veled Efendi’mizin İbtidânâme’sinden, Mithat Baharî Beytur Hazretleri’nin eserlerinden, İbrahim Şahidî’nin Gülşen-i Tevhid’inden, Yunus Emre’mizin Dîvân’ından ve Hasan Dede’mizin şiir ve sohbetlerinden alıntılar yapılarak derlenmiştir; mânevî aşkın mestliğini gönüllerimize bir nebze olsun yansıtabilmesi temennisiyle…)
Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…