HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 4

Mesnevî-i Şerîf’te Hazreti Mevlâna der ki:

“Dışarıdaki düşmanı öldürdük; içimizde ondan beter bir hâsım var. Bunu öldürmek aklın, fikrin işi değil. İçerideki arslan; öyle tavşan maskarası olmaz. Cehennem, bu nefstir; cehennem, bir ejderhâdır ki harâreti denizlerle eksilmez. Yedi denizi içer de yine kocakarıya benzeyen nefsin harâreti ve coşkunluğu azalmaz. Taşlar, taş yürekli inkârcılar, ağlayıp inleyerek, mahcûb bir hâlde cehenneme girerler. Hakk’tan onlara şu sesleniş gelmedikçe bu kadar azâba da kanaat etmez.

‘Doydun mu?’ denir. O, kurt veya sırtlan gibi ‘Hayır, doymadım’ der. İşte sana ateş, işte sana harâret!”

Hazreti Mevlâna, nefsi doymayan bir varlık olarak tanıtır. O doyumsuzdur. Yine Mesnevî’de der ki:

“Bütün bir âlemi, bir lokma edip yutar da yine midesi ‘Daha fazla yok mu?’ diye bağırır. Nihâyet Hakk, onun üstüne lâmekân âleminden ayağını koyar da işte o vakit derhâl sakinleşir. Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzîler dâima küllün tabîatındadır. Nefsi öldürecek ayak da ancak Hakk’ın ayağıdır.”

Hakîkatte insanın bu kadar büyük bir düşmanının olması, insanın değerinin de ne kadar yüce olduğunun bir göstergesidir. İnsanda gizli bir öz vardır. Fihî Mâ-Fîh’de Hazreti Mevlâna bunu şöyle açıklar:

“İnsanın nefsinde bir şey vardır ki, hayvanlarda, canavarlarda bile yoktur, derler ya; bu söz, insan onlardan beterdir, demek değildir. Bu söz şu yüzden söylenmiştir: İnsanda gizli bir öz vardır; ona karşılık bu kötü huy, nefsin şu kötülüğü, şu fenâlıklar, o öze perde olmuştur.

İnci, mücevher; ne kadar değerli, ne kadar büyük, ne kadar yüce olursa, perdesi de o kadar büyük olur. Demek ki kötülük, kötü huylar, o öze, o inciye bir perde oluyor. Bu perde ancak çok çalışmayla kalkabilir.”

Bu yolda çabaların, çalışmaların çeşit çeşit olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, nefsi eritmenin en iyi yolunu, bu yolda çalışmaların en ulusunu yine Fihî Mâ-Fîh’de şöyle dile getirir:

“Çalışmaların en ulusu, Tanrı’ya yüz tutmuş, bu âlemden yüz çevirmiş dostlara karışmaktır. Temiz dostlarla düşüp kalkmaktan daha çetin hiçbir savaşma yoktur. Çünkü onları görmek, nefsi, bedeni eritip yok etmektir.”

Rubaî:

“Eğer sen; ‘Ben aşığım’ dersen, bil ki senin için birçok imtihanlar vardır. Başını eğme, âşıkların kadehinden iç! 

Benim coşkunluğum, aşk mesti olduğumdandır. Çeng gibi coşup köpürüyorsam da; benim bu hâlden haberim bile yok! 

Ey Tebrizli Şems! Beni harâb ettin, sen hem sakîsin, hem şarapsın, hem de şarap satan!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 3

Tasavvufta nefsin yedi merhâlesinden söz edilir. Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme, nefs-i mülhîme, nefs-i mutmâine, nefs-i râziye, nefs-i merzîye ve nefs-i sâfiye denilen bu basamakların her birinde nefs biraz daha terbiye olur.

Hazreti Pîr ise bizlere bütün yolları kısaltır, teferruatı kaldırır, insanın mânevî olgunluğa erişmesini şu üç sözle özetler:

“Hamdım, piştim, yandım.”

Hamlıktan kurtulup pişme yolunda en büyük düşman olan nefsle savaşta Hazreti Pîr bu yol kesen ejderhayı bizlere şöyle tanıtıp, haberdâr eder:

“Sen kendinle, kendi nefsinle dost olma da, kiminle dost olursan ol! Aklını başına al da sen kendinden, kendi nefsinden kaç kurtul! Senin asıl korkunç düşmanın nefsindir.”

“Bil ki, bakır, altın olmadıkça bakırlığını bilmez. Gönül de mânevî kıvama ulaşmadıkça hatâlarını görmez, alçaklığını anlamaz. 

Ey gönül! Nefsin kibir ve gurur çukurundan kurtul da sen de bakır gibi iksire hizmet edip bir altın hâline gel. Gönülleri kuşatan sevgiliye hizmet et.”

Bir yerde, “Nefs, kuvvetli bir hilekârdır” diye buyuran Hazreti Mevlâna’ya, “Gece ve gündüz hiç durmuyor, hâlâ riyâzâta devam ediyorsunuz” diyen oğlu Bahaeddin Veled’e şöyle cevap vermiştir:

“Allah etmesin, nefsin birdenbire dirilip de bir din yiğidine benzeyen aklı mağlûb ve harâb etmesinden korkuyorum.”

Hazreti Pîr bu mücâdeleyi şöyle dile getirir ve nefsini yenen kişiye ‘arslan’ diye hitâb eder:

“Şunu bil ki, safları bozup dağıtan arslanla savaşmak kolaydır; asıl arslan ise, nefsini mağlûb edendir.”

Kasîde:

“Bana göre âşık öyle olmalı ki, şöyle bir kalkınca, her tarafı ateşler sarmalı, her tarafta kıyâmetler kopmalıdır. 

Cehennem gibi olacak, cehennemi bile yakıp yandıracak bir gönül olsun da, o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa, hepsini de yaksın, yandırsın. Onun tek bir dalgası, bir deniz meydana getirsin. 

Gökleri bir mendil gibi dürüp avucuna almalı, sonsuz zevâlsiz çerağı bir kandil gibi gök kubbesine asmalı. 

O bir arslan gibi savaşa atılsın, onun timsah gibi bir kalbi olsun! O yeryüzünde kendisinden başka kimseyi bırakmasın! Hattâ kendisiyle bile savaşa girişsin! 

Parlak nuruyla gönlün yedi yüz perdesini yırtsın da ötelerden, arştan, gök ehlinden ona; ‘Maşallah, Maşallah!’ sesleri gelsin.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DUASI

Candan, gönülden söylenen güzel sözler, dualar, niyâzlar, yakarışlar Hakk’a doğru yükselir. Hakk’tan başka kimsenin bilmediği, bir yere kadar varır, ulaşır. Temizlenmiş ve arınmış olan nefeslerimiz, hoş sözlerimiz, yücelir yücelir, bizden armağan olarak ölümsüzlük, sonsuzluk âlemine varır.

Sonra sözlerimizin, niyâzlarımızın sevâbı, Allah’ın rahmet eseri olarak kat kat çoğalarak bize gelir. Sonra da, kul, elde ettiklerine benzer sevâbı, tekrar elde etsin diye, Allah, bize yine onlara benzer sözler söyletir. 

İşte böylece, hiç durmadan, güzel sözler, ötelere yükselir, yücelere gider. Karşılığında rahmet iner, bu iki hâl, sende, senin varlığında dâima olur durur.

Ey yaptıklarına hayrân olduğum, şaşırıp kaldığım Allah’ım! Sen mâdemki dua etmemizi emrettin, ne olur, şu emrettiğin duayı da kabul buyur.

Allah’ım! Bu bahçeyi sonsuz baharının lütfu ile dâima yeşert, yemyeşil, taze sakla.

Allah’ım! Sen lütfularda bulun. Gözyaşlarım kurursa, gözlerime Peygamberimizin yaşlar döken gözleri gibi, gözyaşı ihsân et.

Biz Hakk yoluna düşmüş sufîleriz. Biz padişahlar padişahının nimetlerini yiyenlerdeniz. Yâ Rabbi! Bu kâseyi, bu sofrayı ebedî kıl, kıyâmete kadar yaşat.

Ey güçlükleri kolaylaştıran Allah’ım! Sen bize dünyada da, âhirette de iyilik ver, güzellik ver.

Allah’ım bizim yolumuzu gül bahçesi gibi güzelleştir, varacağımız yerde sen bulun, konak yerimiz sen ol, yürüdüğümüz yol bizi sana götürsün, sadece cennete değil.

Rabbimiz, sana kavuşacağımız, seninle buluşacağımız gün bizi nurlandıkça nurlandır. 

Rabbimiz, günâhlarımızı affet, bize mağfiret elbisesi giydir.

Rabbimiz, bizim insanlarla aramızda olan dargınlıklar, kırgınlıklar, ancak bedenimizin yüzündendir. 

Rabbimiz, şu beden duvarının ötesindeki dostluk bahçesi, aşk bahçesi, ne de güzel bir bahçedir, ne de hoş bir bahçedir.

Rabbimiz, şu duvarı kaldır da aradaki engel, aradaki düşmanlıklar yok olsun.

Rabbimiz, gerçekten de günâhlarımız yüzünden senden utanıyoruz, özür dilemedeyiz.

Allah’ım benim kalbime nur ver, benim kabrime nur ver.

Benim önümü aydınlat, benim ardıma nur ver, benim sağıma nur ver, benim soluma nur ver, benim üstüme nur ver, benim altıma nur ver.

Benim kulağıma nur ver, benim gözüme nur ver.

Benim vücudumdaki derime nur ver, benim etime nur ver, benim kanıma nur ver, benim kemiklerime nur ver.

Allah’ım benim nurumu büyült, beni baştan ayağa nur yap.

Allah’ım! Bu duaya, sen de âmin de. Zaten dua da senin duan, âmin de senin âminin.

Âmin.

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 2

Hazreti Mevlâna, Hakk yolunda çekilen zahmetleri bedenlerimize bağlar. Mesnevî-i Şerîf’te bunu şöyle açıklar ve bu açıklaması ile insanın kendini biraz daha tanımasını, acı çeken varlığın gerçekte sadece beden varlığı olduğunu anlamamızı sağlar:

“Ulu Allah, sıcağı, soğuğu, zahmeti, derdi bedenlerimize havâle etmiştir. Bütün bunlar, korku, açlık, malların azlığı, bedenimizin hastalığı, hepsi can nakdinin meydana çıkması içindir. Vaatlerle tehditler, bu birbirine karışmış olan iyi ve kötüyü ayırt etmek içindir.”

Aslında insan için safın tortudan arınması süreci başlı başına çok büyük bir savaştır. Hazreti Muhammed Efendimiz bu savaşı şöyle dle getirmiştir:

“Peygamber harpten döndüğü zaman; artık küçük savaştan, büyük savaşa döndünüz, buyurdu. Yâ Resulallah, biz harpten dönüyoruz, bu savaş küçükse, büyük savaş nedir? dediler. Hazreti Muhammed şöyle buyurdu: Büyük savaş, nefsle yapılan savaştır.”

Bu savaş baş kesmekle kazanılır, baş kesmenin mânâsını Hazreti Pîr bizlere şöyle anlatır:

“Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek.”

Hazreti Mevlâna, Kur’ân-ı Kerîm’in tevîli olan Mesnevî-i Şerîf’in her adımında ‘Mürşid’den bahseder. Mürşid kelimesi derin bir tasavvufî mânâya sahiptir. Mür – ölü, şit – yıkanmış anlamlarına gelir. “Vücudunda nefsi ölen kişinin emrine güneş de tâbîdir, bulut da tâbîdir” diye buyuran Hazreti Pîr, aslında nefsten arınmanın insanın geçirdiği devrânlarla ilgisini şöyle anlatır:

“Cemâd iken öldüm, yetişip gelişen nebât oldum, nebât iken öldüm, hayvan oldum, hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum; şimdi bir hamle daha edeyim, insanken de öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.”

Rubaî:

“Ey ateşe benzeyen aşk; şu şekillerle, nakışlarla, resimlerle dolu olan âlemde bulunan bütün şekilleri, nakışları, resimleri sil, yok et de, kendinden canlı bir şekil ortaya koy! 

Ey padişahım; seni sevenler, kendilerinden geçtiler, mest oldular, öldüler! Ama, rindlerin yine de sana selâmları var; onların bulundukları yere bir defa daha uğra, ne olur? 

Kaf dağındaki zümrüd ü ankâ bile Tebrizli Şems’in aşkıyla kanat çırpar, uçar! Sen de o varlık kanadını kökünden yol, at da, kendine aşktan kanat elde et!”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 1

Hazreti Muhammed Efendimiz demiştir ki: 

“Sizde gizli olan düşmanı anlatsam yiğitlerin bile ödü patlar, akıllıların aklı mahvolur. Gönül levhâsından niyâz parıltısı gidip, oruç ve namaza kuvvet kalmazdı. Bunu bilen, kedinin pençesinde bir fare gibi olur, kurt görmüş kuzu gibi şaşırırdı.”

Yine Hazreti Muhammed Efendimiz şöyle buyurmuştur: 

“Eğer benim bildiğimi siz bilseydiniz mutlaka çok ağlar ve az gülerdiniz. Ebedîyen iştah ile yemek yemezdiniz. Ebedîyen isteyerek su içmezdiniz. Ve gölgelenmek için bir çatı altına girmezdiniz. Ve göğüslerinizi döverek dağlara, tepelere çıkar da nefslerinize ağlardınız.”

Bu gizli olan düşman nefstir. Görülmesi hâlinde insanı dehşete düşüren, hiçbir şeye iştah bırakmayan, dünyadan bezdiren bu düşmanla bütün bu fenâ özelliklerine rağmen yüzleşmek zarûrîdir. Çünkü insanın Tanrı’yı canının içinde görmesi, o hazineyi nefsinde aramasına bağlıdır. 

Hazreti Mevlâna der ki:

“Senin canının içinde bir can var, o canı ara.

Dağının içinde bir hazine var, o hazineyi ara.

Yürüyen dervişi arıyorsan, onu senden dışarıda arama,

Kendi nefsinde ara.”

Şüphesiz bu arayış çok zorlu bir arayıştır, kolay değildir. Tortunun süzülüp de, saf olanın meydana çıkması çekilecek zahmetlere bağlıdır.

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Tortuyu süzmek, safı meydana getirmek için aklımızın ne kadar zahmetler çekmesi lâzım. Kış ve güz imtihanlarıyla yazın harâreti, can gibi olan bahar, yeller, bulutlar, şimşekler, hep hadîselerin zuhûr etmesi; rengi toprak olan yerin, yeninde yakasında bulunan kıymetli lâl taşı ile, âdî taşı meydana çıkarması içindir. Savaş erinin gönlü bir zaman ferahlar, bir zaman daralır, derde düşer.”

Beyit:

“Onun aşkının belâsında yüzlerce kıyâmet var. Sen bugünkü kıyâmeti gör de, yarınki kıyâmeti hiç sorma!”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 9

Hazreti Mevlâna, Allah’ı aramakla o derece meşgul olmamızı ister ki, bu isteği Âriflerin Menkîbeleri’nde nakledilen şu hikâyede açıkça görülür:

“Bir gün Hazreti Mevlâna, Selâhaddin Zerkûbî Hazretlerinin dükkânında oturduğu vakit, birdenbire ihtiyar bir adam içeri girdi. Göğsünü dövüyor, ağlayıp inliyordu. Mevlâna’nın ayağına kapandı, hüngür hüngür ağladı ve, ‘Yedi yaşında çocuğumu çaldılar. Kaç gündür aramaktan dermânsız bir hâle geldiğim hâlde onu bulamadım’ dedi.

Bunun üzerine Mevlâna büyük bir hiddetle, ‘Tuhaf şey! Bütün varlıklar Tanrı’yı yitirmişler, onu hiç aramıyor ve onun için de bir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini ne de başlarını dövüyorlar. Sana ne oldu da göğsünü dövüyorsun? Neden bir an Tanrı’yı aramıyor ve yardım istemiyorsun ki, kaybolmuş Yusuf’unu Yakub gibi bulasın’ buyurdu.

Bunun üzerine çaresiz kalan ihtiyar derhâl tövbe etti ve göğsünü kapamaya çalıştı. Tam bu sırada onun kaybolan çocuğunun bulunduğu haberi geldi. O gün sayısız insan âşık ve mürid oldu.”

Dîvân-ı Kebîr’de, “Üzüm suyundan yapılan bu dünya şarabının sarhoşluğu, gece uyuyunca geçer gider! Fakat ilâhî şarabın mestliği, insanı mezara kadar mest eder!” diye seslenen Hazreti Mevlâna, ilâhî şaraptan maksadın Hakk’ın sevgisi olduğunu yine bir diğer kasîdesinde şöyle anlatır:

“Allah, beni aşk şarabından yaratmıştır; ölsem de çürüsem de ben, yine o aşkım! Ben, Hakk sevgisinin şarabıyla öyle kendimden geçmişim, öyle bir mest hâldeyim ki, zaten benim aslım aşk!”

Yine Dîvân-ı Kebîr’de “Gâh cüzdanını para ile doldurmak kaygısı ile gâh iyi yemek, içmek ile bu azîz ömür geçip gitmede” diyerek bizleri uyandıran Hazreti Mevlâna, “Gönlünü mânevî gıdalarla beslemeye bak” diye buyurur ve şu müjdeyi verir de Tanrı’dan ayrı olmadığımız, her nefeste onunla olduğumuz ümidini bağışlar:

“Aslında, Allah’ı seven herkesin canından her an mânevî bir duygu, ruhanî bir hasret, mest olmuş, kendinden geçmiş, harâb ve perişan bir hâlde ötelere, tâ rahmet sahibinin arşına kadar gitmededir!”

Rubaî:

“Ey aşıklar, müjde müjde! Hepiniz de el çırpın; o elden çıkan güzel varlık, ellerini çırpa çırpa geliyor. 

Baht gözü, bahtınızı görmüş de mahmurlaşmış, bu da bir delil, bir iz! Bu baht, apaçık bir gözden, ezelî varolandan ve varedenden geliyor. 

Candan tatlı ne vardır? Can gidecekmiş, gitsin! Korkma! Gideceğinden ne diye üzülüyorsun, gam yiyorsun? Ondan daha iyisi geliyor.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 8

Âriflerin Menkîbeleri’nde, Seyyid Burhâneddin Hazretlerine sorulan bir soru şöyle nakledilir:

“Bir gün bir cemaat Seyyid’den, Allah yolunun sonu var mı? diye sordu. O da, yolun sonu var ama menzilin sonu yoktur, diye buyurdu. Çünkü bu yolda yolculuk iki türlüdür: Biri Allah’a doğru yolculuk, biri de Allah’da yolculuk. Allah’a olan yolculuğun sonu vardır. Çünkü bu yolculuk varlıktan kurtulmaktır. Bütün bunların sonu ve hudûdu vardır. Fakat Allah’a ulaştıktan sonraki yolculuk Allah’ın ilim ve mâfireti içinde olur ve onun da sonu yoktur.”

Yolda, ‘mal isterim, mevkî isterim, şeref isterim’ gibi birtakım istek ve sesleri, Mesnevî’de, gûlyabanî seslerine benzeten Hazreti Mevlâna, “İçinden bu sesleri men et de sırlar keşfedilsin” buyurur.

Bu seslerin nasıl mahvolacağının yolunun Allah’ı anmak olduğunu söyleyen Hazreti Mevlâna, sabır ve sebâtla zâhirî gözden başka bir göz elde edeceğimizi belirtir.

Bu suretle bizlerin bir deniz hâline geleceğimizin ve hattâ göklerde seyreden bir güneş kesileceğimizin müjdesini verir.

Makalât’ta Hazreti Şems, mürid hakkında der ki:

“Müride gerekli olan üstâdına karşı çok saygılı olmaktır. Onu, müridinden sor, demeleri bundandır.

Bir müride sordular: Senin üstâdın mı daha iyidir, yoksa Bayezid-i Bistâmî mi? Üstâdım daha iyidir, dedi. Peki ya üstâdın mı daha iyidir, yoksa Hazreti Peygamber mi? Üstâdım, diye cevap verdi. Peki, üstâdın mı daha iyidir, yoksa Allah mı? Mürid yine üstâdım diye cevapladı. Çünkü ben birlik ve tevhîdin sırrını ondan başkasında bulamıyorum”

Tanrı’nın bir neşe ve zevk olduğunu tekrarlayan Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de bu neşeden şöyle bahseder:

“Peygamberler, Tanrı neşesine dalmışlardı, onunla yoğrulmuşlardı da onun için bu neşeden (dünya) vazgeçtiler. Fakat şarabın verdiği neşeye alışan, Tanrı neşesini nasıl beğenecek?

Onların canları, o neşeyi gördüğünden onlara bu neşeler, oyuncak görünmüştü. Diri olan bir güzelliğe dostluk eden, artık ölüyü nasıl kucaklar?”

Rubaî:

“Dünyaya ait birçok isteklerle dolu olan gönlünü, canını aşk askerlerinin önüne at, onlar öldürsünler de sen gönülden de candan da kurtul! Bedenini de kendin kaftan gibi yırt! Artık her şeyden kurtul! Onların ne eserinden, ne haberinden, ne de belirtilerinden bahsetme! Tamamiyle kendinden kurtul, kendinden geç! 

Ben şimdi kendimden geçtim, kendimdem kurtuldum ve düşüncenin de yolunu kestim. Ben mestim ama ey sakî sen bana yine o mansûr şarabından ver de beni büsbütün mest et, beni büsbütün benlikten, varlıktan kurtar! 

Haydi sıçra, kalk; ayağını varlığının başına bas, kendini ayak altına al! Haydi aşk kanatları ile uç, uç da nankörlükten de, şükürden de, her türlü kayıtlardan da kurtul!..”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 7

Allah’ın hakîkati konusunda Mesnevî’de gönülleri cilâlayarak, renkten, kokudan kurtulmuş olan sufîlerden bahseden Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Gönül aynası gaybın hudutsuz suretini gösterdiği için, burada akıl ya susar veya şaşırıp kalır. Gönül mü Tanrı’dır, Tanrı mı gönül?”

Gönlü cilâlamaktan maksadın; isteklerden, hırstan, hasislikten ve kinlerden arınmak anlamına geldiğini söyleyen Hazreti Mevlâna, bu kişilerin her nefeste zahmetsizce bir güzellik gördüklerini dile getirir.

Ve Fihî Mâ-Fîh’de, Şeyh Muhammed Serrezî’den bir misâl verir:

“Şeyh, bir gün müridleri arasında oturmuştu. Müridlerden birinin canı kebab istedi. Şeyh, ‘Buna kebab lâzım, getiriniz’ diye işaret etti. Ona, ‘Şeyh, onun kebaba ihtiyacı olduğunu nerden bildiniz?’ dediler. O da, ’Otuz seneden beri benim için gerekli olan hiçbir şey kalmamıştır. Kendimi bana gereken şeylerin hepsinden temizledim, hepsinden münezzehim. Ayna gibi tertemiz ve parlak oldum. Şimdi ise aklıma kebab geldi, canım istedi ve bu benim için lüzumlu bir şey hâlini alınca, bunun falan müride ait olduğunu bildim’ dedi. Çünkü aynanın kendisi saf ve şekilsizdir. Orada bir şekil belirirse bu, başkasının şeklidir.”

Yine Fihî Mâ-Fîh’de, “İnsan vücudunun gemisinin yelkeni imandır” diyen Hazreti Mevlâna, “Suyun gönül havuzuna ulaşması, akması için çok çalışması, dereler aşması lâzımdır” buyurur ve bizlerden, içimizde bir nur meydana getirmek için çalışıp çaba göstermemizi ister. Çünkü içinde böyle bir nur olan kimsenin gönlünde her türlü dünyaya ait makâm, mevkî ve dünya hâlleri bir yıldırım gibi parlayıp geçer. O zaman bu kişiler Tanrı’nın olur ve Tanrı’ya yönelirler.

Rubaî:

“Şu dumanlarla dolmuş evde bir pencere açtılar da, duman çıktı gitti; eve, güneşin nuru doldu! 

O ev nedir; neyin sembolüdür? O ev, gönül evidir; içeri dolan duman da, üzüntülerimizi, kederlerimizi göstermektedir! Aslında, boş düşüncelerimiz, endişelerimiz, bizim mânevî zevkimizin, ruhanî neşemizin boynunu kırmaktadır! 

Ey Hakk yoluna düşen kişi! Aklını başına al, gaflet uykusundan uyan da, düşünceden de kurtul, hayalden de!.. Yâ Rabbi! Şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder!..”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 6

Hüsn ü Aşk isimli eserinde “Kalb Ülkesi”nin tasvîrini yapan Şeyh Gâlib, âşık ve sevgilinin bir olduğunu dile getirir. “Kalb Ülkesi” adı altında bahsettiği mânevî makâma ulaşanların hâlleri şöyledir:

“Burada ne gûlyabanî var, ne vehimler, ne kötü haber veren kapkara dev. Ne büyü ateşi var, ne kış; ne helâk olma korkusu var, ne belâ.”

Şeyh Gâlib, “Kalb Ülkesi”nden eşi olmayan bir bahçe olarak söz eder. Âşık ve sevgilinin bir olduğu o hâl, birlik âlemidir. 

Peki bu birlik âlemine ulaşmak için âşık niçin onca sıkıntı çekmiştir?

Şeyh Gâlib, sırlarını Mesnevî’den aldım dediği hikâyesinde yüceliklere kavuşmak için çekilen sıkıntıların sebebini şöyle özetler:

“Bu zahmetlerin meydana gelmesine eğri, ters bir bakış sebep oldu.”

Ve doğru bakışı da şöyle açıklar:

“Eğrilikten arınmış bakış şudur: Sen o’sun, o sen’sin. Hakîkatte âşık ve mâşuk zaten birdir.”

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de birlik hâli ile ilgili şöyle bir misâl verir:

“Birisi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu, kapıyı çalan kim? deyince, benim, diye cevap verdi. Dostu bunun üzerine kapıyı açmadı ve, git şimdi zamanı değil, diye cevap verdi.

Çünkü benim diyen kişi ham kişiydi. O kişi ayrılık ateşi ile yanıp pişerek geri döndü ve tekrar dostunun kapısını çaldı. Ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku içindeydi.

Sevgilisi, kim o? dediği zaman, kapıyı çalan kişi bu sefer; ey gönlümü alan sevgili sensin, diye cevap verdi.

Bunun üzerine sevgili mâdem ki sen bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor, diyerek kapıyı açtı.”

Bu misâlle bizlere ikilikten geçip birliğe kavuşma yollarını açıklayan Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mâdem ki birsin, gel, bu iğneden geç!”

Rubaî:

“Birlik âleminde, isteyen ile, istenenin sıfatlarını ayrı gören kişi, ne isteyendir, ne de istenen. 

Allah’ı kim tanır, bilir? ‘Lâ’dan, inkârdan kurtulan kimse! ‘Lâ’dan, inkârdan kim kurtulmuştur? diye sorana de ki: Belâlara düşmüş aşık.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN ALLAH’A DAVETİ – 5

Peygamber ve velîler âlemine yönelen insanlarla ilgili Hazreti Mevlâna’nın dilinden, Âriflerin Menkîbeleri’nde şunlar nakledilir:

“Peygamber ve velîler âlemine yönelen insanlar, peygamberlerin cüzleridir. Yâni peygamberlerin bir parçasıdırlar. Onlar o sebepten dolayı peygamberlere yönelmişlerdir. Nitekim Peygamber: Ey Tanrım! Kavmime yâni cüzlerime doğru yolu göster, buyurmuştur.”

Hazreti Şems de Makalât’ta şöyle buyurur:

“Sen daima, acaba ben kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu an neredeyim, yüzümü nereye çevireyim?”

Zikreden, Allah’ı anan kimse bu hâlin dışında değildir. Fakat Hazreti Şems şu hakîkate dikkatimizi çeker:

“Hakk, hazırdaysa yâni mevcutsa onu hâlâ anmak yabancılıktır. Yok eğer Hakk sende mevcut değilse, mevcut olmayan bir şeyi anmakla gıybet etmiş olursun. Yâni bu arkasından konuşmak anlamına gelir. Gıybet ise en büyük bir günâhtır.”

“İman, zevk ve şevkten ibârettir” diye buyuran Hazreti Mevlâna gibi, Hazreti Şems de yine Makalât’ta kulluğun yüksek bir zevki olduğunu söyleyerek, “Kulluğun yüksek zevkini Hazreti Muhammed tadardı” der.

Ve sözü mürşide getiren Hazreti Şems şöyle buyurur: 

“Kimde bir ışık ve aydınlık görürsen onun göz nuru Muhammed olur. Onun gözü de Muhammed’in gözü olur. O kişi sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur.”

Yine Makalât’ta şeyh ile müridi şöyle açıklar:

“Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten mürid yok olmadıkça mürid olamaz.”

Rubaî:

“Gönlüm, sevgilinin gönlü ile beraber, dilsiz, dudaksız olarak feryâd edip duruyor. ‘Susarak konuşma’, işte böyle olur…

Bu âlemin ucu bucağı var benim aşkım ile senin aşkının ucu bucağı yoktur! 

Ben şu dünyada, senin hayaline benzer, hiçbir şey göremedim. Yalnız kaldığım zaman aşkın bana öpücükler veriyor, ama ağızsız veriyor, onun ağzı yok!”