FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 4

Şükretmek…

Bir Yahudî vardı. Hazreti Muhammed’in ashâbından birinin evinin üst katında otururdu. Yahudî’nin üst kattaki evinden bütün lağımlar, pislikler o zâtın evine akardı. Böyle olduğu hâlde o, teşekkür eder, sıkıntısını belli etmezdi.

Ailesine de, Yahudî’ye teşekkür etmelerini, işi belli etmemelerini buyurdu. Böylece sekiz yıl geçti. Derken ashâbtan olan o zât öldü.

Yahudî, ev halkına tâziyede bulunmak için aşağı kata indi. Evdeki pislikleri, pisliklerin aktığı delikleri görünce bunca zamandır olup biteni anladı. Pek üzüldü, pişmanlık duydu.

Ölen zâtın karısına, ne diye bana haber vermediniz, niçin boyuna teşekkür edip durdunuz? dedi.

Ev halkı, o bizden hep teşekkür etmemizi isterdi. Teşekkürden vazgeçmememizi söylerdi, dediler.

Yahudî imana geldi, Müslüman oldu.

Şükretmek avlanmaktır. Nimeti çoğaltır. Şikâyet yerine şükredin. Şükretmek, nimetleri kendine çeken bir mânevî iptir. Nimetle kuşatılmış olsan bile, onları kendine çekmezsen, nimetten mahrûm kalırsın.

Birisi, Mevlâna’ya sordu: Şükretmemenin nedeni nedir?

Hazreti Mevlâna şöyle buyurdu: Şükre engel olan, ham umut beslemektir. Ham umut besleyenin gönlündeki istek, çok fazla olduğu için, gönlüne koyduğundan daha az şeye ulaşınca şükretmedi.

O kişinin, kendindeki ayıp ve kusurdan haberi yoktur. Ham umut, pişmemiş ekmeğe veya çiğ et yemeye benzer. Bundan da şükretmeme hastalığı doğar.

Rubaîler:

“Yaşayışın rahatı, huzuru o güzelle beraber bulunmadadır. Ondan ayrı düşersen, o güzel rahatı da, huzuru da alır götürür. Sen de rahattan ve huzurdan ayrı düşersin. 

Senin sevgin eteğimi tutmuş da bana diyor ki: ‘Benim bu sevgim, o sevgilinin sevgisinden; aslında bu sevgi benim sevgim değil, gerçek sevgilinin sevgisidir.’ Sana bu sevgiyi lütfettiği için ona şükret!”

“Allah’a binlerce hamd, binlerce şükür ki, senin aşkın bütün dünyaya kanat açtı. 

Senin güzel yüzünün sabahına kavuşmak için, ihtiyar dünya, bir ömürdür seher vaktinde evrâd okuyor.”

“Kalbine aşk ateşi düşen her varlık, aslına kavuşmak için çırpınmada, dönüp durmaktadır. Aslının aslı ile buluşmak için yokluk da apaşikâr el çırpmadadır. 

Her ot yeşermiş, güzel, hoş bir hâlde gülümsüyor. Her zerre; ‘Sabır sıkıntı’nın anahtarıdır!’ ‘Şükür de Allah’tan razı olmanın anahtarıdır!’ diye nârâlar atmaktadır.”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 3

Tanrı Erine Delîl Arayan Adam…

Birisi Hazreti Mevlâna’ya sordu: Tanrı eri, Tanrı’ya ulaşmış kişi kimdir? Ne sözde, ne kerâmetlerde, ne hiçbir şeyde buna kesin bir delîl yok; çünkü söz, öğrenilmiş olabilir. Kerâmetlere gelince, keşişlerde de var; onlar da gönülden geçeni okuyabiliyorlar, büyü yoluyla pek çok şeyi bilebiliyorlar.

Mevlâna buyurdu ki: Senin birisine inancın var mı, yok mu?

Adam: Eyvallah, dedi. İnancım da var, aşkım da var.

Mevlâna tekrar buyurdu: Senin o adam hakkında inancın, bir delîle, bir ize dayanıyor mu; yoksa gözünü açmışsın, onu görmüşsün de, öyle mi ona sarılmışsın?

Hâşâ, dedi adam. Bu inanç, delîlsiz, izsiz ve esersiz değil.

Mevlâna buyurdu ki: Peki, neden inanca, bir delîl, bir iz yok diyorsun da, birbirini tutmaz sözler söylüyorsun?

Peygamber Ve Tanrı Erleriyle Dostluğun Faydası…

Tanrı eri tarafından terbiye edilen müridin canı kanatlanır. Fakat aşağılık bir kişinin yanında yetişen onun gibi aşağılık ve gamlı bir hâle gelir, canı onun yüzünden sararıp solar.

Böyle kişileri dost tutan duru bir su olsa dahî bulanır, toprakla karışık bir hâle gelir, berraklığını yitirir. İşte ulu Tanrı, peygamber ve velîleri, arı duru ve ulu sular olarak gönderdi. Bu küçük kirlenmiş sular, o duru suyla karıştı mı, hatırına eski berrak hâlleri gelir. Anlar ki, o bulanıklık ona sonradan geldi, aslında yoktu.

Peygamberler ve velîler, insana önceki hâli hatırlatırlar. Aslına yeni bir şey eklemezler. Şimdi o berrak denizlere benzeyen velîleri bilip tanıyan, ben ondanım, onunum diyen her bulanık su, akar, ona kavuşur, karışır gider. Fakat o ulu suyu tanımıyorsa ve inkâr ediyorsa bu da, küçük suyun aslından gelen bir hâl değildir. Kötü bir dosta yüz tuttuğu için, o küçük su ulu denizi inkâr etmekte, ondan ürküp kaçmaktadır.

Rubaî:

“Ey can! Sevgilinin belâsından kaçma! Belâlara uğramazsan, ızdırap çekmezsen pişmezsin, ham kalırsın. 

O ay yüzlü sevgili ile beraber olunca gece ne hoş geçer? O öyle bir aydır ki her tarafı yüzdür. Her tarafı aydınlıktır. Onun karanlık tarafı yoktur. 

Allah’ın kölesi kulu olan padişah ne de hoş bir padişahtır. Dostundan hiç ayrılmayan sevgili ne kadar da hoştur, vefâlıdır, güzeldir! 

Ey beden, sen sus da gönlüm söylesin! Çünkü gönlün sözünde ne ‘sen’ vardır, ne ‘biz’ vardır!”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 2

İnsana Perde Olan Nedir?..

İnsan, pek büyüktür. Onda her şey yazılmıştır. Fakat perdeler, karanlıklar, kendisindeki o bilgiyi okumasına meydan vermez. Perdeler ve karanlıklardan maksat, çeşit çeşit, renk renk oyalanmalardır. Yâni çeşitli dünya tedbîrleri, türlü türlü istekler bu perdeleri meydana getirirler.

İnsan, perdeler ve karanlıklarla beraber yine de birşeyler okuyor, bazı şeylerden haberi ve bilgisi var. Peki ya, şu karanlıklar ve perdeler kalkarsa ondan nasıl bilgiler meydana çıkar bir kıyaslayın… Sayılamayacak kadar çok bilim ve sanat insandan meydana gelir.

Hani insan ölüleri gömmeyi bir kargadan öğrendi, derler ya; bu da insandaki bilginin kargaya yansımasından meydana gelmiştir. O işi kargaya yaptıran, yine insanın dileği ve isteğidir.

Tanrı’nın Dileği, Kulun Tedbîrinden Önce Gelir…

İbrahim Edhem, padişahlığı zamanında ava gitmişti. Atın üzerinde, bir ceylanın ardına düşmüştü. Atını süre süre ordudan iyice uzaklaştı. Yine de ceylanın peşini bırakmadı.

İş, haddini aşınca ceylan dile geldi; yüzünü geri çevirdi ve dedi ki: Bunun için yaratmadılar seni. Tut ki beni avladın, ne olur bundan?

İbrahim Edhem, bu sözleri duyunca bir nârâ attı, kendini attan yere fırlattı. O ovada bir çobandan başka kimse yoktu. Ona yalvardı, yakardı, mücevherlerle süslü elbisesini ona verdi, çoban kıyafetini o giydi. Hâlimi kimseye söyleme, dedi ve yola düştü.

Onun maksadı ceylanı avlamaktı, Ulu Tanrı’ysa bir ceylanla onu avladı. Dünyada her zaman Tanrı’nın dileği oluyor.

Kasîde:

“Gerçek aşka tutulmamış, o sevgiyi kendine iş edinmemiş ruhun yok olması daha iyi. Çünkü onun varlığı ayıptan, ârdan başka bir şey değildir. 

Hakîki aşkla mest ol! Kendinden geç! Çünkü dünyada ne varsa hep aşktan ibârettir. Aşkla meşgul olmaktan başka dosta lâyık bir iş güç yoktur. 

‘Aşk nedir?’ diye sorarlarsa de ki: ‘Aşk dileği, isteği, yapıp yapmama arzusunu, irâdeyi terk etmektir. İhtiyârı terk etmeyende hayır yoktur, iyi insan değildir.’ 

Ebedî olarak bâkî kalan ancak aşktır. Bundan başkasına gönül verme, hepsi eğretidir. 

Ne vakte kadar fânî olan, ölü sayılan sevgiliyi kucaklıyacaksın? Öyle bir canı kucakla ki, ona son yoktur. 

Baharda doğan şey, güz mevsiminde ölür. Aşk gül bahçesine bahardan imdât yoktur. Aşk çiçeklerinin ilkbaharın yardımına ihtiyaçları bulunur mu? 

Beden atının üstünde titreyip durma! İn aşağı! Yaya olarak yürü! Git, bedene ait arzulardan kurtul! Beden atına binmeyenlere Allah mânevî kanatlar verir. 

Dünya ile, maddî isteklerle ilgili düşüncelerle kafanı yorma! Gönlün, içine fânî sevgililerin hayali aksetmeyen bir ayna gibi tertemiz olsun.”

FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 1

Azarlayış Sevgiye Delildir…

Biri Hazreti Mevlâna’ya dedi ki: “Kusurumuz var.”

Hazreti Mevlâna şöyle buyurdu: “Kim kusurlu olduğu düşüncesi içine düşüp, acaba ben ne hâldeyim, ne yapıyorum derse bu, dostluk ve yardıma uğrayışına bir delildir. Azarlayış kaldıkça sevgi de vardır. Çünkü dostlar azarlanır, yabancılar değil.

Azarlanmak seni dertlendiriyor ve akıllandırıyorsa, bu sevgiye ve yardım gördüğüne delildir. Kardeşinde gördüğün ayıp sendedir. Birinden inciniyorsan, sen kendinden inciniyorsun demektir.

Hem Ben Varım Hem Sen Varsın…

Hakk’a karşı iki ben sığmaz. O var ama ben de varım dersen, ya sen onun önünde öl, veya o senin önünde ölsün de ikilik kalmasın. Fakat o ölmez, buna imkân yok. O ebedî diri olduğu için ne dış âlemde, ne de zihinde ölür. Öyle lütuf sahibidir ki, mümkün olsaydı, ikilik kalksın diye senin önünde ölürdü. Fakat mâdemki onun ölmesine imkân yok, sen öl de ikilik kalksın, o sende tecellî etsin.

Namaz…

Birisi yine, “Namazdan üstün ne var?” diye sordu.

Hazreti Mevlâna buyurdu ki: “Namazın canı namazdan üstündür. Bu imandır. Namaz kazâya kalır ama iman kazâya bırakılmaz.

Namaz beş vakit içindir, iman ise beş vakitle sınırlı kalmaz. Sürüp giden bir farzdır. İman namazdan üstündür. Çünkü, namazsız imanın faydası vardır, imansız namazın ise hiçbir faydası yoktur.

Rubaî:

“Gül bahçesine benzeyen, güzel yüzünü gördüm. İnsanı büyüleyen o yüz, nurun kaynağı, nurun nuru gibi parlaktı. 

O yüz, can kıblesi idi, canların secde ettikleri yerdi. O yüze bakınca insan, kendini emniyette hissediyor. İfade edilmez mânevî zevkler, safâlar duyuyordu. 

Bu hâli görünce gönül coştu da; ‘O yüze canımı vereyim, o yüze canım kurban olsun, onun uğrunda varlığımı, benliğimi fedâ edeyim’ dedi. 

Can da heyecana kapıldı, semâ dönmeye başladı. O hem dönüyor, hem de durmadan ellerini çırpıyordu.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 3

Hazreti Mevlâna, suret hakkında der ki:

“Dostlar, suretten geçerseniz, her yer sizin için cennettir. Gül bahçesidir. Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir. Her sureti kırar, Haydâr gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.”

Sultan Veled Hazretleri, Maarif’te şöyle söyler:

“Tanrı, surete, hırkaya ve şekile bakmaz. Gönüle bakar.”

“Yokluk esastır” diyen Sultan Veled, “Surî varlığı olan şeye meyletme, gönül bağlama! Çünkü onun sonu yok olmaktır. Yok olanı elde et. Varlık arada eğreti ve ölümlüdür” buyurur.

“Her şey aslına döneceği gibi, varlığın da aslı yokluktur. İşte bunun için varlık yine yokluğa döner. Bu sebepten yokluğa göz açmalısın, yokluğun yüzünü görmeye çalışmalısın ve varlığın, yokluk denizinden bir köpük olduğunu bilmelisin.

Aşk ile, bu varlık köpüğünden geçip, kendi ihtiyârın ve aşkın vasıtasıyla yokluk denizine, kendi aslına kavuşmaya çalışmalısın.

Eğer bu mânâdan ‘Bana ne!’ der ve surete aşık olursan, bu deniz seni tamamiyle yok eder. Yok olup gider ve gerçek dirilikten ebedîyen yoksun kalırsın!”

Sultan Veled Hazretleri, suretlerin fânî oluşunu yine şöyle açıklar:

“Bilmeliyiz ki, suretler fânîdir, sonu yok olmaktır. Dünyanın güzelliği, çirkinliği geçicidir. Çünkü suret âlemindedir. Dünya da bu suretlerin evidir, o da bir gül gibi fânîdir. Bekâ, mânâya mahsustur.”

İbtidânâme’de görünüşten geçmemizi isteyen Sultan Veled der ki:

“Sen görünüşten geç de mânâyı ara; aslı ele al, ona yapış da dâvâyı bırak. Aklın varsa anla; gönüldeki bağı çöz, ne diye bağlanıp kalırsın? Bilgisizler gibi görünüşte kalma, nasîbin varsa, gizli âleme doğru yürü.”

Rubaî:

“Ey gönül, sen gül bahçesinin güzelliğine mi hayrân oldun da gülüyorsun? Veya aşk bülbüllerinin ötüşleri mi seni güldürüyor? 

Yâhut gizli sevgilinin yanağındaki gül gibi mi açılıyor ve gülüyorsun? Galiba sende ona benzer bir şey var. Bu yüzden neşeleniyor, bu yüzden gülüyorsun.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 2

Hazreti Şems, gönül ehli erenlerin sözlerinin ardındaki mânâyı anlamanın önemine dikkat çeker ve der ki:

“Gönül ehli erenlerin sözleri hoştur. Bunlar, belki öğretmek için konuşmazlar, ama o sözlerden çok şeyler öğrenmek mümkündür.”

Öğrenmemize engel olan sadece dikkat eksikliği midir? Esenliğe ulaşmamıza engel nedir? Mânâlarla dolu Makalât’ta kendi bilgisi ve hüneriyle dolu olan bir insan, içi acı su ile dolu bir testiye benzetilir:

“O insana, içindeki o acı suyu dök de, seni bu tatlı ve temiz su ile dolduralım derler. O can bağışlayan suyun bir damlası bile insanın yanaklarını kızartır, sağlık, esenlik verir. Ne gibi hastalık izleri varsa hepsini giderir. Fakat su ile dolu bir midenin, tekrar serin su içmek için iştahı olabilir mi? Kendi benliği ile dolu olan insandaki benlik duygusu da onun yüzüne ve gözüne yüz türlü perde çekmiştir.”

Hazreti Şems, Hazreti Pîr’in şu sözlerini aktarırken, onun mânevî bakışından da bir misâl verir. Hazreti Mevlâna sözleriyle nasıl bir mânâ bakışında olduğunu açıklar:

“Senin avucunda ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can katan deryâ gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki, kökleri çok derinde, demiyorum; ama dalları sidretü’l-müntehâ’yı geçmiş; gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu onlar göremiyorlar.”

Anlatırlar ki; Sultan Mahmud, havada uçan Hümâ (devlet) kuşu görmüştü. Hemen emir verdi; “Bütün ordu yürüsün! Belki o sizin üstünüze konar ve sizin olur” dedi. 

Herkes sağa sola koşmaya başladı. O sırada, Ayâz gözden kaybolmuştu.

Sultan sordu; “Ayâz’ım gitmedi mi? Belki Hümâ kuşunun gölgesi onun da üzerine düşer.”

Etrafına bakınırken, Ayâz’ın sırtı boş duran atını gördü, bir inilti işitti. Bir de ne görsün; Ayâz atının altında, hem başı açık, hem de feryâd ediyor.

Sultan sordu; “Sen ne yapıyorsun orada? Niçin Hümâ kuşunun gölgesini aramaya gitmedin?”

Ayâz şu karşılığı verdi; “Benim Hümâ kuşum sensin, aradığım gölge de senin gölgendir. Nasıl olur da şimdi seni bırakır onu ararım?”

Sultan Mahmud onu şefkatle kucakladı. Her ikisinin gölgesi birbirine karıştı. Öyle ki, nice bin Hümâ kuşu onun gölgesine erişemedi.”

Kasîde:

“Ey güzelliği yüzünden aynaya sık sık bakan sevgili; aynaya böyle sık sık bakmayasın diye, istiyorum ki, aynan yansın yakılsın da, artık işe yaramaz olsun.

Benim canım, aşk denizinden ateş gibi bir su içti. Bu yüzden, benim can kadehimde su bile ateşe döndü, ateş oldu.

Onun nergis gibi güzel bakışları ile ayna gülbahçesi hâline gelince, can ve gönül ona hased ettiler de, yakıcı ateş kesildiler.

Ben, varlığımdan geçtim, kayboldum; sen, eğer onu bulabilirsen, benim selâmımı söyle de, ona de ki: ‘Nasılsın, hoş musun; eski hâlinden daha da hoş musun?’

Eğer sen, benden kaçıp kaybolan beni bulabilirsen, ben’e de ki: ‘Ben peri gibi âvâre oldum, gizlendim!’

Dostum! Ben sarhoş değilim; aklım da başımdan gitmedi! Onun o sihirli bakışı, benim canımı büyüledi, beni de büyücü yaptı. 

Senin aklın başında ise, ona bir bak da anla ki, sevgilim o iş yanlış değildir, doğrudur.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA GÖNÜL VE MÂNÂ – 1

Mesnevî-i Şerîf’te Hazreti Mevlâna, hakîki sevgiliyi şöyle dile getirir:

“İster bu cihanın aşkı olsun, ister o cihanın aşkı. Hakîki mâşukta suret yoktur.”

Hazreti Pîr, aşkın surete duyulan bir sevgi olmadığını, aklların alacağı şekilde ve çok çarpıcı bir delille şöyle açıklar:

“Hakîkaten surete âşıksan, sevgili ölünce onu niye terk ediyorsun? Onun sureti yine yerinde, bu terk ediş neden?”

Mesnevî’de Hazreti Mevlâna, bizleri gönül evimizden yakalar, hakîki mâşuğu arama gayreti verir:

“Âşık, iyice ara, mâşukun kim?”

“Ey temiz ve saf kişi, neden bir kerpice gönül veriyorsun? Ebedî olan bir aslı iste.”

Hazreti Şems, Makalât’ta aşk ve sevdânın bakışımızı nasıl muazzam bir hâle getireceğini şöyle dile getirir:

“Eğer sende aşk ve sevda gâlib ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk gâlib ise, Allah’ın da gâlib olduğunu anlarsın.”

Yine Makalât’ta, Tanrı’nın âleminin nasıl bir güzellik âlemi olduğunu şöyle açıklar Hazreti Şems:

“Tanrı’nın âlemi nur içinde nurdur, lezzet içinde lezzettir, kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlem ise hep dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânîlik ve zevksizlik âlemidir.”

Hazreti Şems, suret için de şunları buyurur:

“Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa surette söylenen sözlerin mânâ ile bir ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlâna’nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır.”

Kasîde:

“Uzun zamandan beri, yukarılardan toprağımıza damla damla öyle bir şarap döktü ki, toprağımızın her zerresi feryâd etmeğe başladı.

Göğsümüz yarıldı, açıldı, oraya ilâhî nur doldu. Gönül de dile geldi. Aşktan bahsetmeye başladı. Hakk’ın mânâ kadehi ile aşıklarına sunulan şarap, tortularından ayrıldı, şişe içinde saf bir hâle geldi. 

Hakîkat çiçekleri açıldı, kem gözler görmez oldu. Gayret aşka geldi de bana; ‘Ağzını yalama da şarap içmeğe başla!’ dedi. 

Ey can, görünür görünmez canımı da, gönlümü de kaptın, aldın. Senin aşkına karşı, benim canımın da, gönlümün de değeri yoktu. Ama, sen onları kapıp aldığın için, şimdi onlar da kirlendi. 

Sen öyle mübârek bir varlıksın ki, bulutun yeşillikler yağdırır, cevrin, ıstırabın hayat bağışlar. Şarabının tortusu bile hoştur.

Sana nasıl Ay diyebilirim ki, Ay hastalığa tutulmuş, sapsarı olmuş, zayıflanmış, tüllenmiş; selvi desem, bu benzetiş boyuna uygun düşer, yerindedir amma 

Selvi de ateşe dayanamaz, yanar. Ay da son üç gece görünmez olur. Canların canından başka hiçbir şeyin aslı yok 

Dediler ki, bütün dostların öldü, gitti, yok oldu. Hayır Allah’ı seven, ona candan bağlanan yok olmaz.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 7

İnsanın muazzam bir değeri ve bu değerin yanında özünü örten büyük bir perdesi vardır. Hazreti Mevlâna, nefsini tanıma gayreti içindeki insana şunları söyler:

“İnsan, yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez. Bir hâle katîyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan. Hidâyete nâil oldu mu tutar, inkâra sapar.

Nefs, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır… Onun için Ulu Tanrı, ‘Öldürün nefslerinizi’ demiştir. Nefs, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var? Hevâ ve hevesi terk etme ateşini vur şu dikene… İyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!”

Mânâyı aramamızı, mânâya koşmamızı isteyen Hazreti Mevlâna, insanlardaki güzelliğin bir altın yaldız gibi olduğunu, o güzelliğin yavaş yavaş gideceğini buyurur:

“Çünkü o gönül güzelliği, bâkî güzelliktir. Senin mânâ sandığın surettir, eğretidir. Mânâ odur ki, seni senden alır; suretten müstağni kılar.”

Kasîde:

“Şu paramparça olmuş gönül, senin aşkının ‘Çekil, çekil’ seslerini duyunca kendinden de geçti, iki dünyadan da.

Yokluk denizine dalınca, varlık gözüne hor göründü. Derken ansızın bir meşâle belirdi. O kanlar içen candan üstündü.

Kibirle, kinle dolu olan varlık, nasıl olur da bir an için olsun sırları görecek? Yeryüzünde elde edilen bir yaşayış, denizde ne işe yarar?

Ey insan canı, mâdemki noksanlık âlemindesin, bâri gece karanlığı basınca, bir yıldız gibi dolaş!

Allah dostlarından bir yardım görürsen, ebedî bir yaşayışa, sonsuz bir zevke ulaşırsın. Kötülüğü emreden nefsi kahretmek için bir ordu elde edersin.

Varlığı, benliği sildin süpürdün, nefsin başını vurdun, ezdin; gözüne öyle bir güzellik belirdi ki, onun ne yüzü vardır, ne de yanağı!

Orada yüzlerce dolunay bir hiçten ibârettir. Orada toprağın her zerresi altın olur. Oraya gönülden başka bir şey götürme! Orada ancak aşk yüzünden paramparça olmuş gönül vardır.

Can gözü açık olanlara inciler bağışlayan bir deniz vardır. Kumlar sayısınca canlar, onun aşkı ile âvâre olmuşlardır.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 6

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur:

“Nefsle şeytan ikisi de birdir… surette kendisini iki gösterdi. Melekle akıl da birdir, hikmeti var da onun için iki suret oldu.

İçinde aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir düşmanın var. Bir an kertenkele gibi saldırır, derken çabucak deliğe kaçıverir.

Gönlünde nice delikler var. Her delikten baş çıkarıp durmada! Nefs, senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi? Seni kötü şeylere sevkeden kibirden, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa, tamaha, âfete esir olmuştur. Şu güzel öğüdü duy: Düşmanların en kuvvetlisi içinizdedir!”

Mesnevî’de nefsin bir sihir gibi hakîkatleri farklı gösterdiğinden bahseder Mevlâna:

“Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedî azâbı önemsiz gösterir. Ölümü bile önemsiz bir hâle getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar! Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri çirkin bir şekle sokar. Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir, eşeği şaşılacak bir adam şekline sokar! İşte senin içinde böyle bir sihirbâz gizlidir. Vesveselerde dâimî bir sihir kuvveti vardır!”

Hakîkatleri tüm gerçekliğiyle gözler önüne seren Hazreti Mevlâna’nın kapısı umutsuzluk kapısı değildir. Böyle güçlü bir düşmana ve onun zehrine karşı, ondan daha güçlü bir tiryâk sunar:

“Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbâzlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler. Bu kuvvetli zehrin meydana çıktığı ovada tiryâk da meydana çıkmıştır ey oğul!

Tiryâk, sana ‘Gel, beni kendine siper et; ben, sana zehirden daha yakınım. Onun sözü sihirdir, seni yıkıp, harâb eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder’ der!”

Kasîde:

“Sevgilim, beni kınayarak; ‘Niçin böyle yol ortasında düştün kaldın?’ diyor. ‘Sevgili!’ diyorum, ‘Sen bana öyle bir şarap verdin ki beni yere serdin.’ 

Ben yere öyle serildim, öyle kendimden geçtim ki, mahşerde bile kalkamam. Şarap kabının kapağını senin öyle edâlı bir hâlde açışın, kadehi de nazik parmaklarınla öyle bir tutuşun var ki…

Mest olmuşum, kendimi kaybetmişim. Fakat şu kadarını biliyorum ki, sen hemen geldin, elinle başımı tutup göğsüne dayadın.

Sevgilim; sen gerçekten üstün bir varlıksın. Aşkının sakîsi olan o güzel gözlerin yok mu? Onlar bana kadehsiz şarap sunmadalar. 

Bu hâl de senin lütfunu, ihsânını gösteriyor; gözlerinin şarabı ile mest olmasam, aklım başımda kalsa sevinçten çatlardım. 

Sen bana şarap sundun, ben ellerimi hemen neşeden birbirine vurdum. 

Sunduğun o bir kadeh yok mu? Beni binlerce elemden, mahrumiyetter kurtardı. 

Hele senin o yarı mest gözlerinden neşe, sevinç doğmuştur. Şu bir gerçektir ki; Sen ilk önce yaratılan bir ruhsun, sen hiç kimseden doğmadın.”

HAZRETİ MEVLÂNA’DA NEFS VE İNSAN – 5

Hazreti Mevlâna, kötü huylarını değiştiren kişiyi şöyle anlatır, nefsini vesveselerden boşaltan kişinin tarifini yapar:

“İnsanın mîzacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hâle gelir. Fakat kötü mîzacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çerağ gibi parlar. Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.”

Mesnevî’de, nefsin sakinliğinden, ölü gibi görünmesinden asla emîn olmamamızı buyuran Hazreti Mevlâna, nefsi bizlere şöyle tanıtır ve nasıl davranmamız gerektiğinin detaylarını verir:

“Ejderhâyı ayrılık karı içinde tut, sakın onu ırak güneşinin altına getirme. Ejderhân donmuş bir hâlde iken selâmettesin; fakat kurtuldu, kendine geldi mi ona lokma olursun. Onu mat et de, mat olmaktan emîn ol. Ona pek acıma, o iyilik edilecek kişi değildir.”

Hazreti Mevlâna, bizlerden nefsle mücâdele etmemizi ister, bunun sonucunda Tanrı ile vuslat müjdesi vardır:

“Ercesine onu savaşa çek, baba yiğitçe onunla vuruş… Allah sana vuslatıyla karşılık versin! Sen ona zahmet, eziyet vermeden uslu, rahat ve vefâkâr bir hâlde tutmayı mı umuyorsun?”

“Nefsini öldür de âlemi dirilt” diyen Hazreti Pîr, ten öküzünü öldürenin akıl olduğunu söyler:

“Akıl bir esirdir, zahmetsizce rızıklanması kötülüğün aslı olan ten öküzünün öldürülmesine bağlıdır.”

Acaba aklımızı nefsimizden üstün bir hâle getirmenin yolu nedir? Bu cevabı yine Mesnevî veriyor:

“Şeyh sana dost oldu mu aklın, köpek nefse gâlib olur. Nefs, yüzlerce hileye sahip bir ejderhâdır fakat şeyhin yüzü, o ejderhanın gözüne karşı tutulan bir zümrüttür. Nefs, şeyhle adım attığını, ona uyduğunu görünce zorla sana tâbî olur. Nefs, Allah velîsine yaklaşırsa dili yüz metre kısalır. Onun yüz dili vardır, her dilinde yüz lügât, hilesi, riyâsı anlatılamaz ki!”

Kasîde:

“Ben ölü idim, dirildim; ağlardım, güldüm. Aşkın devleti geldi, ben ebedî devlet oldum. 

Benim tok gözüm vardır, cesaretli canım vardır, arslan yüreği gibi bir yüreğim var. Ben parlak Zühre yıldızı oldum. 

Dedi ki: ‘Sen dîvâne değilsin. Bu eve lâyık değilsin.’ Ben de gittim dîvâne olup zinciriyle bağlandım. 

Dedi ki: ‘Sen sermest değilsin, git!’ Ben de gittim sermest olup neşe ile doldum. 

Dedi ki: ‘Sen öldürülmemişsin, neşe ve müzik ilgin yok!’ Can bağışlayan yüzüne karşı şehid oldum. 

Dedi ki: ‘Sen zeki bir kişisin, hayal ve şüphenin sarhoşusun.’ Ben hemen abdallaştım, hayal ve şüpheden sıyrıldım. 

Dedi ki: ‘Sen mum oldun, meclisin kıblesi oldun.’ Ben mum değilim! dedim, yandım, yakıldım, duman oldum. 

Dedi ki: ‘Sen şeyhsin, önde gidenlerdensin, yol gösterensin.’ Hayır! Ben şeyh değilim! dedim. Önde gidenlerden de değilim. Kimseye de yol gösterdiğim yok. Ben senin emrine kul olmuş bir zavallıyım.

Sen güneşin kaynağısın, ben söğüt ağacının gölgesi düşen yerim. Sen benim başucuma gelince, alçalır, erir, yok olur giderim. 

Gönlüm canın parıltısını buldu. Dünyanın nuruna nâil oldu. Gönlüm yeni bir atlas buldu da bu hırkaya düşman kesildi. 

Hakk ârifi, ‘Ben her şeyden hikmet dersi aldım. Yedi kat göğün üstünde parıldayan yıldız oldum’ diye şükreder.”