HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 2

Hazreti Mevlâna’nın şu kasîdesi de bu hâlimizi şöyle anlatır:

“Ey gönül, işlediğin suçlara, kusurlara karşılık, Hakk’tan özür dilemek için neler düşünüyorsun? O’ndan sayılamayacak kadar lütuflar, vefâlar… senden de bunca hatalar, kusurlar, cefâlar…

Senden bunca hased, bunca kötü düşünce, bunca dedikodu. O’ndan ise bunca ihsân, bunca iyilikler…

Bu duyguları sana veren, bu pişmanlığa seni düşüren, senin içindedir. Sana çok yakındır. O’nu sen ne diye kendinde, kendi içinde göremiyor, hissedemiyorsun?

O, seni bazen yaratılışına, kötü tabîatına bırakır; seni gümüş, kadın sevdasına düşürür. Bazen de canına Hazreti Mustafa’nın hayalinin nurunu verir de, içini aydınlatır.

Seni bazen o tarafa çeker, iyi adamlara katar, bazen de o tarafa çeker, seni kötülere ulaştırır. Kurtuluş gemisini korkunç dalgalarla hırpalar, onu kırar, parçalar.

Ey zavallı insan, bu düşüşlerden, bu hâllerden sakın yes’e kapılma; gizli gizli o kadar çok dua et, geceleri, o kadar çok ağla, inle ki; sonunda yedi kat gökten kulağına kurtuluş sesleri erişsin.”

HAZRETİ MEVLÂNA’NIN DİLİNDEN HAZRETİ MUHAMMED – 1

Hazreti Mevlâna, Fîhi Mâ-Fîh’de Hazreti Muhammed’le ilgili şöyle buyurur: 

“Mustafa, kendisinin vücuda gelmesinden binlerce yıl önce yaşamış ve göçüp gitmiş olan insanlardan ve nebîlerden, yaşadığı zamanın sonuna kadar dünyanın ne olacağından, arş ve kürsîden haber veriyordu.

Onun varlığı düne aitti, bu haberleri muhakkak ki sonradan varolan varlığı vermiyordu. Sonradan varolan bir şey, eskiden varolandan nasıl haber verebilir? Bunları onun söylemediği Tanrı’nın söylemiş olduğu anlaşıldı. Çünkü, o arzu ile söz söylemez. Sözü ancak vahyolunan vahiyden ibarettir.”

Hazreti Muhammed’i hayal etmek dahî bir nurdur. İnsan bu nurla aydınlığa kavuşma yolunu bulabilir. Hazreti Muhammed şöyle buyurur:

“Gece uzundur, uyku ile kısaltma onu; gündüz parlaktır, günâhlarınla karartma onu.”

Hazreti Mevlâna, Divân-ı Kebîr’deki bir kasîdesinde şöyle buyurur:

“İnsan, Hakk’tan sayısız lütuflara, ihsânlara nâil olmakla birlikte, hatalarını ve kusurlarını tekrarlamaktan vazgeçmemektedir.

Hakk’ın kendi içinde olduğunu görememektedir. Biz bizle kaldığımız zaman, benlik hâlinde suçlar işleriz, fakat insan düştüğü bu suçlardan aydınlığa kavuşma yolunu Hazreti Mustafa’yı hayal etmenin nuruyla bulabilir, bu yolla içini aydınlatır.”

HAZRETİ MUHAMMED’İN SEVGİ İLMİ – 3

Âleme sevgi ilmini Kur’ân vasıtasıyla açıklayan yüce Muhammed, yine sevgisinden dolayıdır ki, Kur’ân konusunda bizlere yol gösterir: “Bilin ki Kur’ân’ın bir dış yüzü var, fakat onun bir de iç yüzü var. Hattâ o iç yüzün bir başka anlamı, onun da daha derin bir iç anlamı daha var” diyerek bizlere Kur’ân’ın gerçek mânâsına inmemiz için yol gösterir.

Hazreti Mevlâna, Hazreti Muhammed için şöyle buyurur: “Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir… Sana sığınmadıkça arslan bile tavşan kesilir! 

Ey Mustafa, bu nur denizinde bizlere kaptanlık et… Akıllılara bir yol gösterici lâzım… hele yol, deniz yolu olursa!

Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdâdına yetişen sensin… Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun. Kınayanlar, senin dolunayın önündeki köpeklere benzerler. Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür… köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşünü bırakmaz. Sen şifâsın. Ey şifâ, hastayı terketme… Körlere yardım et. Bu kararsız dünyadaki körleri katar katar doğru yola ulaştır.

Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin… âhir zamanın yasına, neşesin sen!

Ey benim en ulu Peygamberim, sen vaktin İsrâfil’isin; kim kıyâmet nerde derse a güzelim, kendini göster, işte kıyâmet benim, de! Bu kıyâmetten yüzlerce âlem kopmada!..

Hazreti Muhammed’in ilmi sevgi ilmiydi. Tanrı yolunun, Tanrı durağının bilgisini ancak gönül sahibi bilir…”

Şiir:

“Yâ Muhammed sevgilim! 

Sen kırmızı gülsün, sen beyaz yaseminsin. 

Gülün gönlünde oturur etrafa gülersin. 

Kimdir ki senin buyruğuna kul köle olmaz. 

Kim senin yüzünü görüp de sarhoş olmaz. 

Bir muhabbet göster ki, 

İşte odur Muhammed Mustafa. 

Bir neşe göster, neşe göster, 

İşte odur Muhammed Mustafa. 

Nerde bir lâ’l dudak senin madeninden değil, 

Nerde bir güzel ki senin nurundan değil, 

Nerde bir ulu kişi senin yoksulun değil, 

Nerde bir pürüzsüz aşk senin aşkın değil, 

Yâ Muhammed Mustafa! 

İki cihan serveri yâ Muhammed!..

Ah güzel yârim, sende yanıyorum. 

Yâ Muhammed! Sende yanıyorum…

Senden başka bir yol yoktur koşulacak, 

Cihanda senden başka şâh da yoktur, 

Senin gibi parlayan bir ay yoktur, 

Yâ Hazreti Muhammed! 

Her şey fanîdir cihan durdukça, 

Bakî olan sensin yâ Hazreti Muhammed!..”

HAZRETİ MUHAMMED’İN SEVGİ İLMİ – 2

Hazreti Mevlâna, Hazreti Muhammed’in yüz çevirdiği her yerde Allah’ın cemâlini gördüğünü buyurur. Bunun nedenini şöyle açıklar: “Kimin canı, heveslerden arınmışsa derhâl tertemiz Tanrı dergâhını görür. Muhammed, bu ateşten, bu dumandan temizlendiğinden nereye yüz çevirse orada Allah’ın cemâlini gördü.”

Hazreti Muhammed okula gitmemişti, dersler ve çeşitli ilimler okumamıştı. Hazreti Mevlâna der ki: “Hazreti Ahmed’in gönlü Tanrı tarafından açılmış, nurlanmıştı. Onda kıyısı, sonu olmayan bir süt kaynağı vardı. O niçin tulumda süt arasın? Onun denize bir yolu vardı, kuyudan su çekmeye neden çalışsın? Kendinde olan bir şeyi, dışarda niçin arasın?”

Bütün insanlık âlemine hürlük yolunu göstermek için gelmiş olan Hazreti Muhammed, bu görevi kendisinden başka yapacak tek bir kişi olarak Hazreti Ali’yi göstermişti. Kendisine ve Ali’ye “Mevlâ” adının söylenmesini istedi. Mevlâ’nın mânâsı; bizleri azâd eden ve başkalarına kulluktan kurtaran kişidir. 

Hazreti Muhammed buyurur ki: “Ben kimin Mevlâ’sı ve dostu isem, Ali de onun Mevlâ’sıdır.”

İnsanlık âlemine hakîkatini bildirmeye ve insana kimliğini müjdelemeye gelen Hazreti Mustafa’nın ilmi sevgi ilmiydi. “Müminler kardeştir” nasihatiyle Medine’de birbirine düşman iki kabîleyi birbirine kardeş etmişti. Âdeta birbirlerinin kanına susamış olan bu iki kabîle, Mustafa’nın yol göstermesiyle kinlerini bırakmışlar, saflık nurlarıyla dolmuşlardı.

Bu eski düşmanlar, bağdaki üzümler gibi kardeş olmuşlardı. Hattâ kardeşliği de bırakıp tek bir ten oldular. Üzümlerin suretleri ayrı gibi görünür, fakat sıktın mı hepsi tek bir üzüm suyu olur, aynı tadı verir.

Beyit:

“Pak ve temiz aşk, Muhammed’le eşti. Tanrı aşk yüzünden O’na, ‘Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım’ dedi. Çünkü O, aşkta tekti. Onun için Tanrı, O’nu peygamberler arasından seçti.”

HAZRETİ MUHAMMED’İN SEVGİ İLMİ – 1

Âriflerin gönüllerine neşe veren ve sevindiren Mesnevî-i Şerîf’te Hazreti Mevlâna’nın dilinden Hazreti Muhammed konuşur. Anlattığı hakîkat, kendi hakîkatidir. Hazreti Mevlâna, Hazreti Muhammed için şöyle buyurur:

“Hazreti Ahmed’in bedeni ve bedene ait sıfatları şu an Medine toprakları altında uyumakta fakat onun doğruluk makâmındaki o ulu huyu ve bâkî olan ruhu apaydın bir güneş gibidir! O bâkî ruh hiç değişmez, hiç başka bir hâle gelmez. O uykuya ihtiyacı olmayan bir arslandır, fakat kendini öylece uyur gösterir… Hayvanî duyguyla bakanlar, sahiden uyuyor, hatta ölmüş sanırlar!

Ay, baştanbaşa eldir, avuçtur, vericidir, nurlar saçar. Ayın eli, avucu yoksa ne zararı var ki? Varsın olmasın! Mustafa, Cebrâil’i görmek istemiş, ‘Ey dost suretin nasıl?’ diye sormuştu. Cebrâil dedi ki: ‘Bu bedenin tâkâti yoktur.’ Peygamber görmeyi istedi, ‘Görün bakayım da bu beden ve bedene ait duygular ne kadar zayıf, bedenim bunu anlasın.’

Peygamber ısrar edince, Cebrâil birazcık göründü… Fakat öyle heybetliydi ki dağ bile görse paramparça olurdu. Mustafa, onu görünce heybetinden kendinden geçti. Cebrâil, Mustafa’yı kucakladı, bağrına bastı. Hazreti Ahmed sonsuz bir denizdi, Cebrâil’e baktı da ancak bir köpük gibi olan bedeni yaralandı.

Hazreti Ahmed, eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrâil, ebedî olarak kendisinden geçip gider! Hazreti Muhammed, Miraç’ta Cebrâil’e, ‘Hadi, benimle gel’ dediğinde, Cebrâil, ‘A benim güzel nurlu arkadaşım. Burdan ileri geçersem ben yanarım’ dedi.

O öyle bir kişiydi ki, Miraç’ta yedi göğün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Hazreti Ahmed’i görmek için yedi kat gök uçtan uca hurîlerle, meleklerle dolmuştur. Hepsi kendilerini, O’nun için bezemişti, fakat O’nda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir heves yoktu. O, Tanrı ululuğuyla öyle dolmuştur ki, bu dereceye Tanrı ehli bile yol bulamaz.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 11

Teslimiyeti tam olan mürid, asla mürşidini sorgulamaz. 

Hazreti Mevlâna, zamanının Konya emîri Mûiniddin Pervâne’ydi. Emîr, Hazreti Mevlâna’yı çok sevmekteydi. Bir gün kendisini ziyarete geldi. Ancak Hazreti Pîr uzun süre kendisini huzura kabul etmeyip beklettikten sonra, Sultan Veled ile kendisine, bugün kendisine zaman ayıramayacağı haberini gönderdi.

Sultan Veled biraz da çekinerek, Emîr Pervâne’ye durumu iletti. Bunun üzerine Pervâne, “Ben, Mevlâna, benimle meşgul olsun, benimle konuşsun diye gelmiyorum. Sadece şeref kazanmak, kullarından ve müridlerinden olmak için geliyorum. Önceki bir gün Mevlâna yine meşguldü, bana yüzünü göstermedi. Geç vakte kadar, beni beklettikten sonra, başından savdı” diye cevap verdi.

İçeriden konuşmayı duyan Mevlâna, Emîr’i huzuruna kabul etti ve şöyle cevap verdi:

“Sizi beklettikten sonra, başımızdan savmamız, size karşı lütfumuzdur. Halktan birileri kapınıza geldiğinde, onlara karşı böyle davranmamanız için, size bu acıyı tattırdım.”

Anlaşıldığı gibi, mürşidin, müridlerine olumsuz gibi görünen bir davranışının altında, mutlak geçerli bir neden gizlidir.

Şunu unutmamak gerekir ki, iyi bir mürid olan Hüsâmeddin Çelebi’de teslimiyet olmamış olsa idi, bugün bizlere ışık tutan, o yüce kitap Mesnevî’den sohbetler yapılamayacaktı.

Hazreti Mevlâna, müridlerini eleştirenlere, âleme geliş sebebini anlatarak şu cevabı veriyor:

“Benim müridlerim iyi insanlar olsalardı, ben onlara mürid olurdum. Kötü ahlâklarını değiştirip, iyi insanlar zümresine girmeleri için müridliğe kabul ettim. Allah’ın rahmetine mazhâr olanlar kurtulmuşlardır. Fakat lânetine uğramışlar, tedaviye muhtaçtırlar. İşte biz bu lânetlikleri, rahmetlik yapmak için dünyaya geldik.”

Şiir:

“Mücevher varken, pul neye yarar,

Aslını bilmeyen kul neye yarar.

Herkes bir yol tutturmuş gidiyor,

Mevlâna’ya varmayan yol neye yarar…”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 10

Yüce Pîr, Mesnevî’de, “Kimi aşık görürsen bil ki maşuktur. Çünkü o, aşık olmakla birlikte maşuk tarafından sevildiği cihetle maşuktur da. Susuzlar âlemde su ararlar, fakat su da cihanda susuzları arar” diye buyurur.

Mürşid-i kâmil öylesine yüce bir makâmdır ki, tâlibi çok olduğu gibi, kendisini mürşid olarak gösteren bir takım kendini bilmez kişiler, yolcuyu yolda bırakmaktan çekinmeyebilirler.

İşte onlara da Hazreti Mevlâna şöyle ders verir: 

“Ey yobazların şeyhi, ihtimâl sen bilmezsin,

Aşk dünyasınınn da bir mahşeri vardır.

Orada ne günâh, ne amel defteri, ne de mizân var,

O mahşerde ne Müslümanlık var, ne de kâfirlik.”

Hazreti Muhammed’i hiç görmeden aşık olup, O’nun aşk ateşinde yanarak, ‘O’ olan kişilerin, yâni mürşid-i kâmillerin yeri tabî ki yüce Pîr’in nazârında bir başkadır:

“O’nun kibriyâsının çatısının altında,

Öyle Allah dostları vardır ki,

Melekleri avlarlar.

Peygamberleri ganîmet alır,

Tuzaklarında Allah’ı tutarlar.”

Mürşid-i kâmile teslim olan kişinin, dünyadan elini ayağını çekmesini asla istemez. Müridinin, elinin işte, gönlünün kendisinde olmasını öğütler.

Ahmed Eflâkî Dede, Hazreti Pîr’in müridlerine şöyle seslendiğini ifâde eder:

“Hepiniz elinizin emeği ile kazanın yiyin. Her müridimiz bir iş yapsın, rızkını kazansın. Bunu yapmayan beş para etmez.”

“İnsanın kazancı da kaybı da çalışmaktan ileri gelir. Takdîr Allah’ındır, ancak, çalışmak da Allah’ın takdîridir.”

“Tevekkül ediyorsan, çalışmak husûsunda tevekkül et kazan, ondan sonra mürşidine bağlan.”

Kasîde:

“Biz senin rüzgârının önünde toz gibiyiz. Sürüp götürdüğün yere nasıl olur da gitmeyiz? 

Biz senin ilkbaharının nuru ile yeşiliz, harâretliyiz. Sonbaharının tesîri ile de sapsarıyız, soğuğuz. 

Senin hilminin aksi ile baş eğmişiz, teslîm olmuşuz. Öfkenizin aksi ile de savaştayız. Onunla bununla çekişir dururuz. 

Bizi yokluğa gönderirsen, yok olur gideriz. Keremini çoğaltırsan, hepimiz adam oluruz. 

Dünyadan da üstün ve ileri olanı görünce, iki dünyayı da kırar geçiririz. 

Aşıkların gözlerine hem canız, hem de cihan! Kötülerin gözlerine ise ölümüz, derdiz! 

Mâdemki sen bize; ‘Yeter!’ dedin, biz gülün ve gül bahçesinin bülbülü olduğumuz hâlde, emrine uyarız, susarız.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 9

Hazreti Mevlâna, “Eğer ahîr zaman âfetlerinden ve fitnelerinden kurtulmak istiyorsan, hiç zaman kaybetmeden onun eteğini yakala” der. Kendisinin de öyle yaptığını bize nakleder. Eteğini tuttuğu ve gölgesine sığındığı Şems-i Tebrizî’yi her fırsatta anar. Üstelik hayalî bir cennete tâlib olmaz, “Senin yüzün benim cennetimdir” der. Çünkü Hazreti Mevlâna’ya göre cennet, aşkın nazârından doğar.

Hazreti Muhammed Efendimiz, Kur’ân-ı Kerîm’de, Enbiyâ sûresi 7. âyetinde “Eğer bilmiyorsanız, ehl-i zikirden sorunuz” buyurur.

Hazreti Ali de bu konuda şöyle buyurur:

“Akıl gibi zenginlik, 

Cehâlet gibi fakirlik,

Edeb gibi güzel miras,

Danışmak gibi de yardımcı yoktur…”

Kur’ân-ı Kerîm’deki, Kehf sûresinin 17. âyeti, mürşid konusuna net bir açıklık getirir:

“Allah kime hidâyet ederse, işte o hidâyete ermiştir. Kim de sapıtırsa ona doğru yolu gösterecek bir mürşid bulamazsın.”

İşte bu âyetteki mürşid kelimesi yerine, birçok meâlde, dost, yardımcı veya arkadaş kelimeleri kullanılmakta ise de Arapçasında aynen mürşid kelimesi ile ifâde edilmektedir.

Nur sûresi, 35. âyetinde ise, mürşid öylesine şiirsel bir dille anlatılır ki, Hazreti Muhammed Efendimiz âdeta sanatını sergiler:

“Allah, göklerin ver yerin nurudur.

Duvarda ve içinde bir hücre,

Hücre içinde bir kandil,

Kandil içinde bir cam fânus,

Fânus inci gibi parlayan bir yıldız,

Mübârek bir zeytin ağacından tutuşur.

Ağacın yağı, ateş değmese de aydınlatır.

İşte o (mürşid) nur üstüne nurdur.

Allah dilediğini nuruna eriştirir.”

Kasîde:

“Aşk uğrunda pervâne, ateşe atıldı! Alevler içinde kanat çırpıyor, yanıp yakılıyor da; ‘Sen de böyle ol!’ diyordu! 

Yağı konmuş, fitili tutuşturulmuş kandil, kırık boynu ile hem yanıyor hemde yavaş yavaş, yumuşak yumuşak; ‘Sen de böyle ol!’ diyordu!

Mum hem yanıyor, hem de ağlıyordu; kendini ateşe, ızdırâba vermişti fakat gözyaşlarını dökerken etrafa ışık saçıyor ve bana da; ‘Benim gibi de böyle yan yakıl, böyle eri!’ demekte idi! 

Mum; ‘Bu dünyada kazanç elde etmek, yararlanmak için altınlar, gümüşler saçsan, bunlar sana ne fayda sağlar? Mânevî kâr elde etmek istiyorsan benim gibi yanmaya, erimeye bak!’ diye söyleniyordu! 

Derya, eteğini incilerle doldurmuş, baş köşeye çekilip kurulmuş, içindeki incileri belli etmemek için kendisini acı göstermeye kalkışıyor ve bana; ‘Gösterişten kaçın; sen de benim gibi ol!’ demek istiyordu! 

Bahçede bulunan gül, yüzünü yanağını tozlardan, kirlerden arındırmış gömleğini yırtmış, gülüyor; dikenleri verdiği acılara, kederlere sabrediyor ! Âdetâ; ‘Ey insanoğlu; sen de benim gibi ol!’ diyordu! 

Hazreti Âdem, tam kırk yıl özürler getirdi, günâhının bağışlanması için yas tutup ağladı! O da çocuklarına; ‘Siz de babanız gibi olun!’ diyordu! 

Sus, sabret! Dağdaki şu kayaya bak da, ibret al! O bile hiçbir şey söylemiyor; o bile susmakta! Fakat, ağlamakta! Âdetâ; ‘Ey insanoğlu; sus, ağla!’ demek istemekte!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 8

Allah ilminin esâsı Hazreti Muhammed’dir. Bu mânâya giriş Hazreti Ali’dir. Hazreti Ali makâmı mürşid-i kâmildir. Hazreti Mevlâna’ya göre mürşidi bulmak cennet ağaçlarının gölgesine sığınmak demektir.

Hazreti Mevlâna bir rubâisinde şöyle buyurur:

“Ey oğul yârini bulduysan,

Niye coşmuyorsun?

Bulamadıysan niye aramıyorsun?

Ya ara bul, ya da bulduğunu duyur…”

İlim sahipleri her zaman hikmet sahibi olmayabilir. Hazreti Musa, bir peygamber iken Hızır’a ihtiyaç duymuştur. Öyle ki, ay bir ışık kaynağı olmadığı hâlde güneşin ışığını aksettirmektedir. Hazreti Mevlâna, güneşi bile bir ışık kaynağı olarak görmemektedir. Ona göre güneş, velîlerin nurunu aksettiren bir aynadan ibârettir. Velîler güneşlerin güneşidir.

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’sinde, mürşid-i kâmil için delil arayan kişilere şöyle seslenir:

“Güneşin varlığına delil, yine güneştir. Güneşe karşı gözlerini kapayan, gözünün önüne bir engel koyan veya türlü sebeplerle güneşi göremeyen, güneşi inkâr etti. Bundan güneşe ne zarar geldi?”

Mürşidi görmeyen, inkâr eden pek çok kişi olabilir ama onlar mürşide bir noksanlık veremez. Nasıl ki güneş, yaradılışı icâbı her yeri ısıtıyor ve aydınlatıyorsa, mürşid-i kâmil de her karanlık kalbi aydınlatır ve ısıtır.

Kasîde:

“Ey canların canlarının canı! Sen cansın, hatta candan da öte bir şeysin. Ey madenlerin kimyâsı! Sen bir madensin ama daha da ileri bir şeysin! 

Ey bâkî olan, batmak nedir bilmeyen güneş! Ey her yerin çarşısının, pazarının sakîsi! Ey zevk ve neşe kaynağı! Sen güzelliksin, güzellikten de öte başka bir güzelliksin, başka bir şeysin! 

Ey Hakk mazhârı, ey eşi bulunmaz, şaşılıp kalınacak varlık! Sen her gaybı, her gaibi bilirsin. Daha da neler bilirsin neler. 

Afyona benzeyen aşkla, bazılarını Leylâ edersin, bazılarını Mecnûn! Ey nuru ile gökleri aydınlatan! Sen daha başka bir şeysin! 

Ey göğüslere nur, sabırlara ümit olan azîz varlık! Göklerdeki bulutları meçhul ufuklara doğru sürersin. Daha da neler edersin neler! 

Ey peygamberlerin övündükleri azîz varlık, ey velîlerin mânevî yiyeceği, ey gönül köşkünü yapan! Sen daha da neler yaparsın neler.

Ey mağfiret hazinesi, ey merhamet denizi! Kapından başka dayanılacak kapı yok! Zaten senin kapından başka kapı yok!”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 7

Mesnevî-i Şerîf, bütün varlıkların Tanrı’yla bir çeşit yakınlığı bulunduğundan bahseder. Çünkü Tanrı her şeyi yaratan, her şeye rızkını verendir. Bu bakımdan herkesin Tanrı’ya bir çeşit yakınlığı vardır. 

Hazreti Mevlâna, velîlerin Tanrı’ya yakınlığının farkını bizlere şöyle izâh eder: “Yakınlık da çeşit çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da. Fakat güneşin altına öyle bir yakınlığı var ki, söğüdün bundan haberi bile yok! Bu ulular Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahiptirler.

Velîlerle, velîlerin sözleri Musa’nın âsâsı ile İsa’nın ölüyü diriltmek için gösterdiği sihire benzer. Âsâ, görünüşte bir sopadan ibârettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır. İsa’nın sihrindeki harfe, söze bakma. Ondan ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!”

Mürşid-i kâmile imanla bakanların Nuh’un gemisinde olup, tufandan emîn bulunduklarını söyleyen Hazreti Mevlâna yine şöyle buyurur: “Şeyhle beraber olunca kötülüklerden uzaksın, gece gündüz gitmedesin, gemidesin. Gemide uyuduğun hâlde yol almaktasın. Zamanın Peygamberinden ayrılma… Mürşid-i Kâmil, birinin kötülüğünü söylerse bu, Tanrı emriyledir. Kızgınlığa, hevâ ve hevese uymaktan değil! Onun şikayeti islâh etmek içindir.”

“Bazıları, ‘Bize öyle bir er bulmaya, öyle bir ulu kişinin huzuruna varmaya yol yoktur’ diyebilir. Bunu demeyin. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir. Onu bulan, fakat geç buldum diye düşünen kişiler ise gam yemesin. O ihmâl etmez. Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir ân bile huzurundan ayırmaz, her ân seninledir.”

Kasîde:

“Ey benim canım! Ey benim ay yüzlü sevgilim! Senden gelen belâ bana candan da tatlıdır. Bu yüzden ben, tatlı canı bıraktım. Varsın senin için yansın, yakılsın. 

Can, seni görünce kendinden utanır. Gönlüm şaşırır, ayağı balçığa saplanır. Benim gönülle alâkam kalmadı. Çünkü o, gönülde yaşamaktadır. Gönül onun yeri yurdu oldu. 

Sen bir güneşsin, gönül ise bir kuyuya düşmüştür. Arada sırada ışığını kuyuya düşür. Çünkü gönül, cana canlar katan aşkınla eriyip gitmededir. 

Ben kendimde olunca bakırım. Seninle olunca altın kesilirim. Kendimde olunca taşım, seninle olunca inci hâline gelirim. Senin kaftanını giymek ümidi ile aşka düşmüşüm, kemer bağlamışım. 

Ey ay yüzlüm! Dökülsem de sana muhtâcım, bitsem de sana muhtâcım. Senin kehribârının aşkı ile saman çöpü gibi uçar giderim.

Ey güzel yurdum Tebriz! Şemseddin yüzünden hayhuya düştüm. Ben senin buluşma Kâbe’ne ‘Lebbeyk’ diye diye geliyorum.”