MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 21

İNSAN SONSUZLUKTUR…🌹

Mahmut Efendi: Yine Hazreti Mevlâna diyor ki, “Kendi içindeki bilinmeyeni bilmeden, başka hiç kimseyi tanıyamazsın. O insanın esrârını çözmek için tek yol kendi içindeki esrârı çözmektir. Gizli perdelerin arkasında başka perdeler gizlidir. İnsan sonsuzluktur. Kendi içinde ne kadar derine inersen, bütün varoluşta ve ayrıca başka insanlarda da o kadar derine inersin. Çünkü öz birdir, çeperse milyonlarcadır. Beden son derece yanlış kullanılmaktadır. Kendi vücuduna kötü davranıyorsun, bedenin sırrını bilmiyorsun. O yalnızca ten değildir, yalnızca kemik değildir, yalnızca kan değildir. O muhteşem bir organik bütündür, muhteşem bir dinamizmdir. Daha bir çok sırlar vardır. Bu beden daha bir çok bedenin ilk katmanıdır. Bu beden içinde lâtif beden vardır. O beden için zaman ve mekân yoktur. Yakınlık bir boyuttur, diğerinin senin içine girmesine izin vermektir, seni senin gibi görmesine izin vermektir. Bu, bir insanı benliğinin en derin noktasına davet etmek demektir. Yaşadığımız bu modern dünyada yakınlık giderek kayboluyor. Dostluk sadece bir kelime. Neden? Çünkü paylaşılacak bir şeyler yok. İçindeki yoksulluğu kim göstermek ister? İnsanlar rol yapma derdinde. Eğer sen yakın olmaya hazırsan, karşındakine yakın olması için yol açabilirsin. Coşku mânevîdir, içsel bir olgudur. Coşku çılgınlıktır, sadece çılgın insanlar bu bedeli ödeyebilir. Sıradan akıllı insan çok kurnazdır, çok hesapçıdır, çok hilekârdır. O coşkunun bedelini ödeyemez, çünkü onu kontrol edemez. Coşkulu bir insan özgürdür.” Ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur, 

“İlim, ilim bilmektir; ilim kendini bilmektir. Sen kendini bilemezsen, bu nice okumaktır. Var hoca, git bin hacca; hacca gitmek hüner değil, bir gönüle girmektir.” 

İnsanlardaki bütün bu sıkıntıların, hüzünlerin nedeni, hep dışa bakıştan, bencil yaşayışlardan kaynaklanıyor. Sevgiler hep dışa sunuluyor, bu yüzden insanlar gamdan, sıkıntıdan, üzüntüden bir türlü kurtulamıyorlar. 

Şöyle misâl vereyim; yediğimiz gıdalar bedene kuvvet verir, güçlendirir. İnsan eğer mânevîyattan uzaksa, bu güç, kuvvet insanı hayvanîyete sürükler. 

Hazreti Mevlâna şöyle der: 

“İnsan kulaktan beslenir, hayvan ağızdan beslenir.” 

Bizler burada sayısız hakîkatler sunuyoruz. Gerek Hazreti Mevlâna’mızdan, gerekse Hazreti Muhammed Efendimizden, onların kimliklerinden, onların güzelliklerinden dil sarfediyoruz. Dinleyenler eğer bu güzellikleri işitip rûhlarına gıda yapmaya çalışırlarsa, iyi birer insan olurlar. Bu güzelliklerin kendilerinde zuhûr etmesi için de yokluğa bürünmeleri gerekmektedir. Eğer insan yokluğa bürünmezse, ikrâr verdiği yere imanını güçlendirmezse, bu kişi ne kadar zâhirî bilgilere sahip olursa olsun, ne kendine bir faydası olur ne de başka birine faydası dokunur. Bu bilgiler ileriye doğru o kişide yük olmaya başlar. Bu nedenle bizler ne kadar Hazreti Muhammed Efendimizi, Pîrimiz Mevlâna’mızı bedenimizde rûh edersek, onların bilgileriyle kendimizi büyütürsek, onların gözüyle çevremize bakmaya çalışırsak, o nispetle topluma ve kendimize faydalı güzel insanlar oluruz. 

Halk arasında, ‘Kalp gözünün kapalı olması’ diye bir tâbir vardır. Bu çok doğru bir sözdür. Neden? Çünkü o kalpte konuk olan dünyadır. Eğer insan dünya ehliyse, o kişinin kalp gözü kördür. Ama sıdk-ı bütün bir imanla, iman ettiği yerde yokluğa bürünürse insan ve kalbinde en güzel yeri Ona verirse, işte o zaman o kişinin gözlerinden seyreden iman ettiği yer olur ve dünya o kişinin gözünde basit bir varlık hâline gelir. Ve artık insan o Sevgili’den bir ân dahî olsun ayrılmak istemez. Fakat genelde insanların bedenleri dünya muhabbetleriyle dolu, bu sebepten dolayı bağdaşamıyoruz. Boşaltalım dünya varlıklarını içimizden, varlık olarak Hazreti Muhammed Efendimizi kalbimize koyalım, bakın o zaman nasıl güzel hâller zuhûr eder bizlerden.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 20

AHİRET NEDİR?..🌹

Mahmut Efendi: Hazreti Mevlâna, “Bir insan, kendi varlığında bilincin esasını bulunduğunda, ebedîyetin anahtarını bulmuştur” diyor ve şöyle devam ediyor, “Sana bedenini, ona merhametli olmayı, gizemlerine bakmayı öğretmeyen hiçbir eğitim, sana kendi bilincini nasıl bulacağını öğretemiyecektir. Beden bir kapıdır, beden ilk adımdır ve bilinç ile beden konusuna değinmeyen her eğitim kesinlikle yetersizdir, hattâ zararlıdır. Çünkü seni yıkıcılığa götürür. Seni yıkımdan koruyan tek şey içindeki bilincin çiçek açmasıdır. Ve bu sana, yaratmak, dünyada daha çok güzellik, daha çok mutluluk yaratmak için karşı konulmaz bir güdü verir.” Ne dersiniz Hasan Dede?

Hasan Dede: Bizler bizlikte ne kadar kalırsak, o kadar kayıplarda oluruz. Istıraplarda ve hüzünlerde oluruz. Bizler kendimizi ne kadar teslîmiyete bırakırsak, o kadar teslîm olduğumuz yer bizlerde varlığını, güzelliklerini gösterir ve bizlerin mânevî kazançlar elde etmemizi sağlar. Gönül sunulmadığı zaman beden kapısı açılmaz ve güzellikler o bedene yansıma yapmaz. Ne zaman gönül sunulursa, o zaman o kapı açılır, gönül verilen yer o kapıdan girer, vücutta varlığını gösterir, işte o zaman insan huzur içinde olur. 

Mahmut Efendi: Hazreti Mevlâna’nın, Fihî Mâ-Fîh adlı eserinde şöyle bir bölüm geçiyor, “Ekmeleddin dedi ki, ‘Mevlâna’ya aşığım. Yalnız Onun yüzünü görmek istiyorum. Âhiret hiç aklıma gelmiyor zaten. Bu düşünceler bu kuruntular olmaksızın yalnız Mevlâna ile uzlaşmışım. Onun cemâliyle huzura kavuşuyorum. Onu görünce yâhut Onun hayalini düşününce tatlar buluyorum.’ Cenâb-ı Mevlâna buyurdu ki, ‘Âhiret aklına gelmiyor amma, bütün bunlar bu sevgide gizli, bu sevginin içinde. Halîfenin kapısında güzel bir oyuncu kız çalpara çalıyor, oynuyordu. Halîfe, sanatın ellerindedir, dedi. Kız, ayaklarımda, ey Tanrı Elçisinin halîfesi, dedi, ellerimdeki güzellikte ayaklarımın güzelliği de gizli, onun için ellerim güzel. Mürid, âhireti etraflıca hatırlamaz amma, şeyhi görmekle âhiretin tadını, şeyhten ayrılmakla âhiret korkusunu duyar. Bütün âhiret ahvâli bunda gizlidir.” Siz ne buyurursunuz Hasan Dede?

Hasan Dede: Cenab-ı Mevlâna’mız, selâm olsun üzerine, şöyle der, 

“Mahşeri görmek istersen gündüze bak, âhireti görmek istersen geceye bak. Âşığa ne mahşer gerek, ne âhiret. Ancak Sevgilisi gerek.” 

Mürid yüzünü şeyhinden çekmezse, rûhunda onu rûh ederse, zaten aradığını bulmuştur, âhiret aklına bile gelmez. Sevgilisi olmadıkça âşık âhireti ne yapsın. Mahşer de, zaten ismi üstünde, bir kalabalıktan ibâret. Sabah insan kalkıyor yola koyuluyor, yollar dolu, duraklar dolu, kimsede hâl hatır sormak, selâmlaşmak yok, hep dünyalık peşinde koşuluyor, işte size mahşer. Âhiret ise gece, kimse kalmamış artık, herkes dinlenmeye çekilmiş. Şimdi gönlünde kim varsa onunla konuşmak zamanı. Ama bir bakıyorsun çoğu insan âhireti de mahvetmiş, dünyayı oraya da taşımış, hiç huzur yok.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 19/2

DÜNYA BİR MAHPUSHÂNE Mİ?..🌹 

Hasan Dede: İşte bu nedenle bu yol, insanlık yoludur. Saflık ister, temizlik ister, uyanıklık değil.. Biri çok uyanıktır ama, bil ki o gerçekte çok aptaldır. Bir Uyku Dede vardır, türbesi Sümbül Efendi’nin yanındadır. Gözleri hep kapalı tefekkürde dururmuş, halk onun için, bu zât her zaman uykuda, derlermiş. O öyle görünüyor ama, herkesin hâlini dakikada söylermiş. Uykuda görünüyor ama gönül gözü açık, cihanı almış eline her şeyi görüyor. İnsan olandan hiçbir şey gizlenmez. 

Pîrimiz Cenâb-ı Mevlâna buyurur der ki: 

“Ey yolcu, çalış her zerren göz olsun, çalış her zerren kulak olsun.” 

İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez, güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir. Ama malesef toplumun çoğunluğu saflığı bırakmış, dünyayı gönüllerine koymuş, evlâd konulmuş, hanım konulmuş, para konulmuş, mal mülk konulmuş, at araba konulmuş.. sonra da diyor ki, ben bilirim.. Yok öyle şey, sen gönlüne dünyayı koymuşsun, Hakk’ı koymamışsın, gönlünde Hakk’tan başka her şey var, sen hiçbir şey bilemezsin. Zengin görünüyorsun ama aslında fakirsin, kayıplardasın. Gözlerin açık ama, nefsine ait olan şeyleri görüyorsun. Kulakların işitiyor ama, hep nefsine ait olan şeyleri duyuyorsun. Hakk’ın muhabbetine kulağını uzatmıyorsun. Hakk’ın güzelliklerine göz yönlenmemiş. 

Ne güzel diyor yüce Mevlâna: 

“Bu dünya benim yerim değil, burası bir mahpushâne. Ben bir kaç mahpusu kurtarmak için geldim.” 

Bakın demiyor, bütün dünyayı kurtarmaya geldim, ancak üç beş mahpusu kurtarmaya geldim, diyor. Kim kulak verecek, gönül verecek, onlar kurtulacak. 

Bakın Hazreti Mevlâna, bir gece yarısı bir değirmenin yanından geçiyor, bakıyor değirmen nasıl buğdayı değirmen taşının altında eziyor un hâline getiriyor, kaldırıyor ellerini, “Yâ Rab” diyor, “Beni de bir buğday hâline getirdin, dünyayı da bir değirmen taşı yaptın, ezip duruyorsun, benden ne istiyorsun?” 

Allah’tan nidâ geliyor, “Ey benim Efendim! Sen değirmen taşının altındaki buğdayı hangi ışıkla gördün bu gece karanlığında?” 

Hazreti Mevlâna diyor, “Yâ Rab, Ay’ın ışığıyla gördüm.” 

Allah’tan yine bir nidâ geliyor, “Pekâlâ, ışık girmiş değirmen taşının altına, acaba o taş o ışığa bir zarar veriyor mu? Sen de benim ışığımsın, zarar görecek bir varlık varsa, o da nefsindir.” 

Yüce Mevlâna buyurur der ki:

“Beri gel beri, daha beri daha beri,

Ben senim, sen bensin,

Biz bir top inciydik, bir baştık, bir akıldık,

Bu şaşılık niye?

Hiç aydın aydınlıktan kaçar mı?

Gel…”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…



MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 19/1

GÖNLÜ TEMİZLEMEK…🌹

Mahmut Efendi: Hasan Dede, deniyor ki, bir insanın yetişmesi için, zihnindeki o güne kadar olan bütün hafızasını silmesi gereklidir. Bilgi ve alışkanlıklar silinmeli, fakat zihin boş kalınca tekrar çerçöple dolmaya başlar, onun için zihnin boşalırken, diğer yandan mânevî kaynağından kişiliğini görüp, bulması gerekir. İnsanın öz varlığı ortaya çıkarsa, Hazreti Şems’in dediği gibi, “Mevlâna, rûhunun temizliğinden sarhoştu”, Hazreti Mevlâna da bir kasîdesinde buyuruyor ki, “Boş düşüncelerimiz, endişelerimiz bizim mânevî zevkimizin rûhunu, neşemizin boynunu kırmaktadır. Ey Hakk yoluna düşen kişi, gaflet uykusundan uyan. Yâ Rabbi, şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder, olup gidenler derler ki, boşyere gamlar yemiş durmuşuz.” Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Hasan Dede: Cenâb-ı Mevlâna’mız der ki, selâm olsun üzerine: “Ey oğul, bana evlâd olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.” 

Bu sözlerinde Hazreti Mevlâna şunu demek istiyor, mâdem ki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiçbir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecellî ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç âlemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun. Çünkü bize en büyük ayna Hazreti Şems ile Hazreti Mevlâna’daki buluşmadır. 

Hazreti Şems, Cenâb-ı Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir: 

“Bihamdülillah,

Aldı fikrimi Zikrullah.

Küll isen safî, eğer isen sûfî,

Açılır sana bir kapı,

Âyân olur Cemâlullah.

Bu tevhîdden maksat,

Murada ermektir.

Görünen kendi Zât’ıdır,

Sanma gayrullah.

Şems-i Tebriz bunu bilir,

Ehâd kalmaz fenâ bulur,

Bütün bu âlem küllî mahvolur,

Yine bâkî Allah kalır..”

Hazreti Şems, bunları ne zaman dile getirdi, Mevlâna başını secdeye vurdu. Hanımından gönlünü çekti, evlâtlarından gönlünü çekti, ilminden gönlünü çekti, bunların hepsini kendine engel gördü. Bakın ne diyor Hazreti Şems, “Küll isen safî”, ne demektir bu; misâl olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahî olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül hâline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O… Allah’tır süsleyen bu âlemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler O’nunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Hazreti Şems-i Tebrizî’nin buyurduğu gibi; nîzam bozulur, bütün âlem mahvolur gider…

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 17

KIYÂMET NEDİR?..🌹

Mahmut Efendi: İnsanların çoğu öldükten sonra ne olacaklarını bilmediklerinden bir korku içindedirler. Bundan dolayı da rûhun ölümsüzlüğüne inanıyorlar. Fakat bu inanış bildiklerinden, bilâkis korktuklarından kaynaklanıyor. Bir insan ne kadar korkaksa, rûhun ölümsüzlüğüne de o kadar inanmaktadır. Dindâr insan, “Ben değilim” gerçeğini bilir ve sonra geriye kalan ölümsüzlüktür, deniyor. Yani, dindâr bir insan kendi varlığı olmadığını, tamamen “O” olduğunu ve “O” varlığın ölümsüz olduğunu bildiğinden dolayı da korkusu olmuyor. Korkudan hiçbir şey doğmaz, fakat sevgi doğurur, sevgi yaratıcıdır. Korku etkisizdir, hiçbir şey yaratmamıştır, yaratamaz, çünkü varlığı yoktur. Ama bütün yaşamını yok edebilir. İnsanı karanlık bir bulut gibi sarıp, bütün enerjini tüketebilir. Dualarımız, ilâhîlerimiz, zikirlerimiz bizim zırhlarımızdır. Cenâb-ı Ali Efendimiz buyuruyor ki: “İnsan, bilmediği şeyin düşmanıdır.” Düşman, insana korku veren bir varlıktır. İnsan neden korkar, diye sorarsak eğer, ortaya çıkan şey şudur; insan kendi gerçek kimliğini bilmemekte ve hayata nasıl tutunacağı korkusunu taşımaktadır. Benliğimizi, egomuzu kaybetmekten korkmaktayız, yani, ölüm, hastalık, fakirlik gibi korkular… İnsan, Cenâb-ı Hakk’ın mânâ ilmini bilmiyorsa, karanlıktadır, hem de birçoğu zifiri karanlıktadır. Oysa ki, Cenâb-ı Peygamber Efendimizin ışığıyla aydınlansa, korkacak bir şey olmadığı görülecek, teslîm olacak ve huzur bulacak. Korku, bir insanın kendi asıl benliğinin bilincinde olmamasıdır. Tek bir korku vardır, derinlerde bir yerde ‘Ben olmayabilirim’ korkusu… Bunu nasıl yorumlarsınız Hasan Dede?

Hasan Dede: Bir insanı korkulara sürükleyen her zaman nefsidir. İnsan imanıyla yaşamını sürdürürse, hiçbir zaman korkuya yer vermez. Neden? Çünkü bilir ki, ona ait hiçbir şey yoktur. Her ân kendisini hazır tutar ki, Dost yüzünü gösterdiğinde Ona koşsun da bu âlemdeki çilesi sona ersin. 

Cenâb-ı Mevlâna, son demlerinde, Şeyh Sâdrettin Efendi’nin gelip kendisine şifâ dilemesi üzerine şöyle buyurmuştur: 

“Ey Efendi, şifâ senin olsun. Benim Sevgiliyle buluşmama, nûrun nûrla buluşmasına, bir soğan zâresi kadar mesafe kalmıştır.”

Ama bunu ancak iman sahipleri söyleyebilir. Ehl-i iman sahibi olmayanlar söyleyemezler. Onlar zaten yaşarken ölmüşlerdir. 

Sultan Ulema Hazretleri, talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizi Allah’tan kim ayırdı biliyor musunuz?” 

Talebeleri cevap veriyorlar: “Bilmiyoruz, siz anlatırsanız bilebiliriz.” 

Sultan Ulema Hazretleri bu cevabın üzerine, onlardan bir kova su istemiş, getirmişler. Talebelerinden birine, kovadaki suyu toprağa dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Bir kova su daha istemiş, onu da nehire dökmesini emretmiş, o da dökmüş. Sonra şöyle buyurmuş: “Kovadan maksat vücudunuz, sudan maksat rûhunuzdur. Dünyaya meyil verirseniz rûhunuz toprağa gidecek, ayak altı olacaksınız. Eğer Hakk ile yaşamınızı sürdürürseniz tekrar aslınıza döneceksiniz, Allah anıldıkça siz de anılacaksınız.” 

İşte Yunus Emre, selâm olsun üzerine, şöyle buyurur:

“Ey Yunus, sen bu âleme niye geldin? Allah’ı zikretmek için. Bir gün gelecek dünya ömrüm bitecek, Allah’a döneceğim, Allah anıldıkça ben de anılacağım.”

Cenâb-ı Mevlâna yine şöyle dil döker:

“Sevgisiz ve aşksız geçen ömrü ömür sayma.”

Eğer bir insanın bir yere sevgisi ve aşkı yoksa, o yaşarken ölmüştür. Bizim bulunduğumuz yer bir sevgi yuvasıdır. Yolcu, Mürşidiyle yola çıkar, Mürşidi vasıtasıyla Pîr’e ve Hazreti Muhammed’e ulaşır. Ama eğer yolcunun imanı ve inancı yoksa yol bir işe yaramaz. Bu yol iman ister. Yolcu, Mürşidine imanla bakacak ki, yol alabilsin. Hepimiz günü gelecek o kıyâmete gideceğiz, ama kıyâmet ne demektir, Hazreti Muhammed Efendimizin buyurduğu gibi: “Kıyâmetin büyüğü benim.. Gerçek yüzümü gösterecek olsam cihan yerinden oynar.” O, nûr âlâ nûr bir varlıktır. 

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 61

“Seni Övemem Ben…”

Muhammed’i yıldızlardan, cevherlerden, cisimlerden, arâzlardan geçirdikleri geceydi. Hepsinden geçmişti de bir yere varmıştı ki gecenin saçları orda kesilmişti; gökyüzü, orda kocakarıların iği gibi dönmez, işlemez olmuştu. Günün Rumluğu perde altına girmişti. Gördü ki topraktan yaratılmış âlem, orda bir tozdan ibâret; gökler orda ayaklar altında kalakalmış; güneş mumu, yedi kat yer, yedi kat gök, gizli âlemin ağacında birkaç yaprak gibi görünmede. Bunda kaldı da dedi ki: “Seni övemem ben.” Nimet, kendi diliyle nasıl şükredebilir ki? Yeryüzünü, cömertliğinde bolluğu anlayasınız diye sizin için yarattı o.

Gönül, Cana Şifâdır…

Baktım, gördüm ki her şeyin en iyisi gönül. Onu sizin anışınıza vakfettim. Sağlığı korumak, sağlık istemekten kolaydır. Şehvet balını haram zehirlerden iyiden iyiye koru, gözet ki onda azîzlerle buluşma zevki vardır, cana şifâdır o.

Peygamberin Mirasçıları…

Dervişler vecde düşerler de Tanrı’yı özleyişleri artsın, ahirete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden dünya sevgisi dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye semâ ederler. Kerâmetleri âleme yayılmış, güneşten de daha tanınmış olan, ululukları minberlerde söylenen ulu şeyhlere uyarlar… İnananlar, gözlerine çeksinler de gönül gözleri aydın olsun, gizli âlemi görsünler, Tanrı’ya dalsınlar diye onların ayaklarının bastığı toprağı ararlar. Semâ törenini onlar koymuştur. Peygamberlerin mirasçıları onlardır; miras bilgisi de onlarındır, anlayış seziş bilgisi de onların. Zâhiri hükümleri bilen bilginlerde okuyup belleme bilgisi vardır, anlayıp sezme bilgisi yoktur. 

Nitekim Mustafâ buyurmuştur: “Bildiğini tutan, yapan kişiye Tanrı, bilmediği bilgiyi öğretir.” Belleyip öğrendiğini tutana Tanrı, anlayış seziş bilgisini de bağışlar. Kime de bu bilgiyi bağışlarsa o,erenlerin cinsine katılır gider. Şeyhlerin koydukları her şey, peygamberlerin koydukları şey demektir. Çünkü “Kavminin içinde şeyh, ümmetinin arasındaki peygamber gibidir.” Hattâ “Benimle duyar, benimle görür” sırrına erer bu çeşit kişiler. Onların yaptığı iş “Allah attı” hükmüne girebilir.

Rubaî:

“Ben, bir ay yüzlü dilberin kölesiyim. Bu yüzden benim yanımda ay’dan, ay ışığından, şekerden başka şeylerden hiç bahsetme!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 60

Allah Kulunu Öylesine Sever ki…

“Bir an düşünmek, altmış yıl ibâdet etmekten hayırlıdır…”

Bu düşünce, bütün ibâdetlerden daha da iyi olan inancı meydana getiren düşüncedir. Kim yaşamaktan daha uzaksa odur daha fazla ölü… Kim bilgiden uzaksa odur daha fazla bilgisiz… Kim arılıktan daha uzaksa odur daha fazla bulanık. 

Gerçekten de söz gümüşse de sus; çünkü susmak altındır. İnsanın sözü, başkası içindir, kulağıysa kendisi için. Susmak sabırdır, sabırsa sıkıntının, darlığın anahtarı. 

“Susun da acınmış olun.”

Susmak, bilgisizin bilgisizliğine bir örtüdür, bilgineyse süs. İnsana en güç şey, susmaktır, fakat en faydalı şey, yine susmak. Dilini koru, çünkü o bir canavardır, yer seni. İnsanlar, suyu acı, helâk edici, esenlikten uzak mı, uzak bir denizdir; gemi de uzaktır onlardan.

Rivâyet edilmiştir: Allah bir kulunu sevdi mi, ona, suretinden bir suret giydirir, ruhundan bir ruh üfler… Sonunda dağ taş, her şey o kulu sever; kurt kuş, her şey ona karşı alçalır… Onu öyle kerâmetlerle özelleştirir ki Tanrı onlardan râzı olsun, âriflerden, gerçeklerden, Tanrı’ya yaklaşanlardan başka kimsecikler o kerâmetleri bilemez, anlayamaz. 

Buyurmuştur: Gerçekten de Allah kulunu öylesine sever ki sevgisinden, dilediğini yap, çünkü ben yarlıgadım seni der.

Kasîde:

“Gözünün perdesini açarsan, pek sevdiği kulunu geceleyin yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! Hazreti Peygamber’e Mirac’ta kendi cemâlini gösterirsin; geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Aşk şarabı olur, coşar köpürürsün! Bu yüzden, daha fazla kendinden geçer, aklını kaybedersin! Binlerce aklı da alır götürürsün! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Canın başına bir taç geçirirsin, gönlünü alır, Mirac’a çıkarırsın; onu, iki dünyadan da ötelere yükseltirsin! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Gönül, Sen’in lütfunla yükselir, uçar; çölleri, ovaları aşar ve bütün canlardan ileriye geçer! Derken, ansızın karşısına Sen çıkarsın! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Lütfu ile, sevgisi ile yücelttiğini, ötelere götürdüğünü, mekânsızlık bahçesine kondurur, ona ikrâmlarda bulunursun! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Nerede olursak olalım, bizimle beraber olduğun için öyle seviniyorum ki, gönlüm, her an uçmada, her an sabır elbisesini yırtmadadır! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Altı cihetten de kaçar, o lütuf kapısına sarılırım! Çünkü Sen, pek gönüller bağlayansın, pek güzelsin! Kulunu, geceleyin yürüten Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir! 

O büyük ve eşsiz varlık, canlara can verdi, gönülleri neşe ile oynatmaya başladı! Yokluğa bile sevdâ verdi, onu sevdâlı kıldı! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir! 

Ey gönül! Yücelere, ötelere doğru kaç; yâni, Salâhaddin’e git! Çünkü sen, elsizsin ayaksızsın! Geceleyin kulunu yürüten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 59

Adâlet Arslanı…

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Peygamber dedi ki: “Bir an adâlette bulunmak, altmış yıl ibâdetten hayırlıdır.”

Bu, o hikmet yeşilliğinin bülbülünden, o dileyiş sedefinin incisinden, o kudret bahçesinin yeni yetişmiş fidanından, o san’at ustasının şaşılacak san’atından, o, yoktur Tanrı’dan başka tapacak sözünün şahnesinden, o yücelerdeki toplumun kervanbaşısından, o yaklaştı yakınlaştı odasında oturandan, o daha da yakınlaştı bucağının konuğundan, o noksan sıfatlardan arı biliriz. Tanrı’yı ki kulunu geceleyin götürdü durağında yurt tutandan, o vahyetti kuluna ne vahyettiyse haznesinin haznedârından, o ahiret hocasından, o dünyanın en ulusundan, en iyisinden, o kadri yüceltilmiş, o seçilmiş Muhammed Mustafâ’dan gelmiş dosdoğru bir haberdir… 

Övüşlerin en olgunu, en yücesi ona şöyle buyuruyor yâni: Ey peygamberlik mîrasına konanlar, şu muştulukla dopdolu buyruğu taç taht sahiplerine ulaştırın; bu lûtuf adını sanını padişahların yedinci kat gökte bulunan sayvanlarına kazıyın; bu inciyi padişahların kapısına götürün; şu lâtif sözü adâlet sahiplerine okuyun; bu şaşılacak sırrı onlara duyurun; bu eşsiz nükteyi onlara anlatın. Deyin ki: A taca-tahta, a devlet, baht memleketlerine sahip olanlar, esirgeme ağacını gönüllerinize dikin; adâlet suyuyla sulayın, yeşertin o ağacı; zulüm sarmaşığını uzaklaştırın ondan… 

Böyle yapın da saltanatınız doğru düzen yürüsün. Çünkü adâlet, pek yüce bir şeydir, pek değerli bir incidir. Adâlet nedir? Saltanatın gözcüsü; memleketin düzgünlüğü, devletin koruyucusu, ülkenin bekçisi, baht gelininin bezeyicisi, tahtın süsü püsü, kutluluk kimyâsı, ululuk sermâyesi, devletin güzelliği, eminliğin fetih buyruğu. 

İşte buracıkta, yanıbaşında adâlet denen zât… Ulular ulusu onun hakkında şöyle buyuruyor: Bir an adâletle eş dost olursan bu, ibâdet meydanında bir yol ayakta durmadan daha iyidir. Bir an adâletle solukdaş olursan bir yıl ibâdete el atmandan hayırlıdır. Çünkü ibâdet kuşunu herkes tutar amma adâlet doğanını padişahlardan başkaları tutamaz. İbâdet ceylânını her zâhid tutar amma adâlet arslanını buyruk ıssı olanlardan başkaları avlayamaz. 

Adalet arslanı, öyle her padişaha, her buyruk ıssına da râm olmaz. Adâlet arslanını bilgiden başka bir lokmayla avlamaya, yumuşaklık kemendinden başka bir kementle bağlamaya, ihsân tuzağından başka bir tuzakla elde etmeye imkân yoktur. 

Hamdolsun Ulu Tanrı’ya ki dünya mülkünün memleketlerine hüküm süren padişahlar, adâleti istemedeler. Adâlet de Âdemoğulları padişahı, âlemin tek buyruk sahibi, devlet ve dinin filânını istemede. Tanrı şanını yüce etsin ki bu yüzyılda hem bilgi lokmasıdır o, hem yumuşaklık kemendi, hem de lûtuf çayırlığı. Şanı yüce, noksan sıfatlardan arı, sınıkları onaran Tanrı, sanki adâleti, insafı, şu dünya padişahının boyuna göre ölçmüş biçmiş, kesip dikmiş. 

Adâletle insaf, bu devlet kapısında bulundukça verimi de şu olur: Her gün bu bahçede yeni bir gül biter. Ulu Tanrı, dünya durdukça, yüzyıllar sürüp gittikçe bu padişaha ömür versin, devletinden faydalandırsın onu. Gerçekten de Tanrı kerem sahibidir, cömerttir.

Tanrım, ey âlemlerin Rabbi, ey yardımcıların hayırlısı, kalem ve bilgi ehli olan tapısının emînlerine, devletinin beylerine tümden yardımınla, lûtfunla özellikler ver; burada bulunanların topunu da güzelliğini, ululuğunu seyredenlerden kıl.

“A bilgi ıssı, adâlet ıssı padişahlar padişahı, 

Zulüm, adâlet kılıcınla kesildi gitti. 

Fitne, senin kahrından korktu da kalktı,

O yokluk konağına doğru yüzlerce konaklık yol eşti. 

Sevin ey padişah, kapını toprağı, 

Gönlün durağı tapın; gözse kapına dikilmiş. 

Rum, Çim, Türkistan padişahları, 

Kutlu, devletli tahtının önünde durmada. 

Cömertliğinden yarım katre, uçsuz-bucaksız bir deniz olmuş….

Yumuşaklığından yarım zerre, 

Bâbül kesilmiş, gök bile sana aykırı gitse noksandadır,

Zerre bile sana uysa olgunluğa erer, 

Tahtının basamağı, gökyüzüne taçtır… 

A felek, taç gerekse sana, indir onu.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 58

Altın İle Bakır…

İçinde yardım ışığı bulunan kişi, ne diye kötü sözden gamlansın? Yardım ışığını görmüyorsa ne diye güzel söze sevinsin? Hani padişahın ayarı tam, doğru düzen altınına bir bölük halk, bakırdır bu, kalptır, özsüzdür, ateşi görünce kararır gider der. O altın onların sözlerini duyar, bir de kendine bakar, güleceği gelir. Fakat kara pulsa, yahut kalp dirhemse bir bölük halk, bu, ayarı tam saf altındır desin; o der ki: Bu âna dek kendi hâlime ağlıyordum, şimdiyse size ağlamaya koyuldum. Kalp akçenin ağlayışı da faydasız değildir; gün gelir, o gözyaşı bir iksire ulaştırır onu. 

Ne Mutlu Kılavuzu Yardım Olana…

Bâzı adamlar, söz söylemeyi huy edinmiştir; başkalarının soluğuyla tuzağa düşer onlar. Derler ki: Siz ak doğanlarsınız; gölgesi kutlu devlet kuşlarısınız. Kendilerine hiç bakmazlar; ne biçim kuşuz biz; av mıyız, avcı mıyız, leş mi yemedeyiz, neyiz biz demezler. Üflendiler mi yelle dolu tuluma dönerler; demezler ki tutalım, bu tulum zümrüd-ü ankâ olsun, kanadı nerde, güzelliği hani, uçuşu, yücelişi hangi durağa? Amma bu düşünce de yapılmış düzülmüş konaktan başgösterir; yelle dolu tulumun işi değildir bu. Olacak bu ya, birisi tulumun içinde kalsa dışarıdaki sesleri duyunca anlar ki tulum, onun hapishânesidir, ayağına bağ kesilmiştir, kafes olmuştur ona. Ne mutlu kılavuzu yardım olan, tez giden, uz gören göze uyup ardından yol alan kişiye.

Rubaî:

“Sözüm, söylemek istediğim hâlde söyleyemediğim bir düşünce gibi ağzımdan gönlüme gider; sonra, belki de yüz kere gönlümden ağzıma gelen bir sıfat yüzünden mest olur! 

Sözüm mest olmuş, gönlüm mest olmuş, hayalim mest olmuş; hepsi de birbirine düşmüş, birbirine bakmadalar!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 57

Tanrı Sözünün Sonu Yoktur…

Ululandıkça ululanası Tanrı, kayıtsız ilgisiz söz söyler; hem de ezelden ebededek, hiç ardı arası kesilmeden, harfsiz sessiz söyler. Her peygambere bir sözü vardır, her erene bir sözü; bütün sözleri de birdir; yâni sözlerinde aykırılık yoktur. İsterse tanığın biri Türk olsun, öbürü Tacik; iki tanığın da sözü birdir. 

Tanrı’nın sözü yalnız Kur’ân’daki şu harfler olsaydı bunları yazmak için denizlerin mürekkep, bütün ağaçların kalem olmasına hâcet yoktu; yarım okka mürekkeple Kur’ân’ın harfleri yazılır giderdi. Sonra Kur’ân’ın harflerine son vardır, Tanrı sözününse sonu yoktur. Nitekim buyurur: “Tanrı’nın kelecileri tükenmez.” “Kendi dileğinden konuşmaz; sözleri, kendisine vahyedilen sözlerdir.” 

Tanrı’nın sözünü yine Tanrı’dan duy; Kur’ân okuyanın hüneri bir perdedir çünkü…

Mehenk Taşı Kur’ân…

“Kalbinden hikmet kaynakları coşar” sözünden Kur’ân’ın harflerini okumak kastedilmişse bunun için kırk sabah ihlâs ıssı olmaya ihtiyaç yok. Şimdi birisi, garezsiz olarak şu sözleri bir düşünce bilir anlar ki “Kur’ân’ın ehli, Tanrı ehlidir, Tanrı hasıdır” sözüyle övülenler başkalarıdır. Ulu Tanrı âlemden seçmiştir onları, kendi sözünü dinleyen bir toplum hâline getirmiştir onları. Böyle kişi Tanrı ışığıyla görür, Tanrı diliyle söyler. 

“Dilediğine hikmet verir; kime de hikmet vermişse o kişiye pek çok hayır verilmiştir.” Hâsılı inâyet bakışı da böyle kişiyi arar işte. “Gerçekten de Allah’ın öylesine kulları vardır ki onlar, Tanrı kullarına baktılar mı, onlara kutluluk elbisesini giydirirler.” Çünkü onların bakışı, Tanrı bakışıdır; onların yardımı, Tanrı yardımıdır; onların kızgınlığı, Tanrı kızgınlığıdır… Onların, kızgınlıkta, râzılıkta söyledikleri her söz, Tanrı sözüdür. Çünkü Tanrı sözü ne arapçadır, ne farsça… Ne ibrâncadır, ne süryânca; harften de münezzehtir; sesten de. Bir kulun gönlünü arıttı mı onun gönlünün tâ içinden o sözü kaynatır, coşturur. O kulun dilinden, o coşkunluğun köpürüp kaynaması yüzünden bir harftir, akar… İster süryânca olsun, ister arapça, ister farsça… Değil mi ki o coşup köpürüşten gelmede, âlemlerin Rabbinin sözüdür. Zamanın geçer akçası o kişidir ki Tanrı o sözü, ona söylemiştir. Bir kimse de o sözün, nakil olmadığını, rivâyet olmadığını, kendisine ilhâm edilen söz olduğunu anlayacak bir güç kuvet yoksa, bunu ayırdedemiyorsa, lezzetinden bunu anlamıyorsa o sözü Kur’ân mehenk taşına vurması, Muhammed’e söylenmiş söz olup olmadığını böylece anlaması gerek.

Beyit:

“Ben içime yerleşen zevke yalvararak derim ki: ‘Ne olur gel, benim duyduklarımı herkese duyur!’ O; ‘Ben içerde daha hoşum!’ diye sözlerime omuz silker.”