FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 25

Himmet, Söz ve Can Namazı…

Birisi, bizi himmetle an, temel olan himmettir, söz olmazsa varsın, olmasın, zâti söz, parça buçuktur dedi. 

Mevlâna buyurdu ki: Zâti bu himmet, canlar âleminde, bedenler âleminden önce de vardı. Bizi şu bedenler âlemine boş yere getirmediler; böyle birşeyin imkânı yok. Şu hâlde sözde de iş var, söz de faydalar vermede. Kayısının yalnız çekirdeğini yere eksen hiçbir şey bitmez; fakat kabuğuyla ekersen biter. Şu hâlde anladık ya, şeklin de bir işi var. Namaz, içe öze âit birşey; “Gönül huzûru yoksa namaz da yoktur” demişler; fakat şekil bakımından da namaz kılman, rükûa varman, secdeye kapanman gerek; ancak o vakit faydalanırsın, maksadına ulaşırsın. “Onlar, namazlarını daima kılarlar.” Bu, can namazıdır. Şekil namazının vakti vardır, buysa boyuna kılınır durur. Çünkü can, deniz âlemidir, sonu yoktur; bedense kıyıdır, kuruluktur, sınırı vardır, miktârı vardır. Demek ki daimî namaz, ancak canın namazıdır. Canın da rükûu, secdesi vardır amma görünüş bakımından da şu rükûu yerine getirmen, secdeye kapanman gerek. Çünkü anlamın şekle bağlılığı var; ikisi beraber olmazsa fayda vermez; kayısıyı kabuğuyla ekmedikçe bitmediği gibi hani. Şimdilik şekil, anlamın parça buçuğudur diyorsun. Şekil tebaa, gönülse padişah; sonucu bütün bunlar, izâfî adlar. İş böyleyken nasıl bu, onun parça buçuğudur diyebilirsin? Parça buçuk olmadıkça ona nasıl asıl adı verilebilir? Demek ki o, parça buçuk yüzünden asıl oldu. Bu parça buçuk olmasaydı onun adı bile anılmazdı.

Yokluk Yolu…

“Tanrıyla oturup kalkmak isteyen, tasavvuf ehliyle oturup kalksın.” Bu bilgiler, dervişlerin hâllerine karşı oyundur, ömrü yitirmektir. “Dünya ancak oyundur.” İnsan ergenleşince, aklı başına gelip olgunlaşınca oyun oynamaz. Oynasa bile kimse görmesin der, utancından gizli oynar. Şu bilgi, şu dedikodu, dünyanın şu hevesleri, yeldir; insansa toprak. Yel esti de toprağı tozuttu mu, nereye varırsa gözleri rahatsız eder; o yeli yererler, kınarlar ancak. İnsan topraktır amma bir söz duydu mu ağlar, gözyaşları, su gibi akar. “Görürsün ki Tanrıdan gerçek olarak geldiğini bilirler de bu yüzden gözleri yaşlarla dolar taşar.” 

Şimdi, yel yerine toprağa su dökersen, iş, tersine olur; şüphe yok ki sulanan topraktan yeşillikler, fesleyenler, menekşeler, güller biter. Şu yokluk yolu, öylesine bir yoldur ki bu yolda bütün dileklerine kavuşursun. Neyi istiyorsan elbette bu yolda, o şey, gelir çatar sana; ordular bozmak, düşmanlara üst olmak, ülkeler zaptetmek, halkı avucunun içine almak, eşinden dostundan üstün olmak, güzel, yerinde söz söylemek gibi, daha da bunlara benzer her şey.

Mâdemki yokluk yolunu seçtin, bunların hepsi de gelir, ulaşır sana. Başka yolların aksine bu yola kim girdiyse hiç şikâyet etmemiştir. Bu yoldan başka yolu tutan, çalışır çabalar; yüzbinlerce dileğinden birini elde eder; onu da gönlü hoşlanacak, yatışacak kadar değil hani. Çünkü her yolda maksada ulaşmak için sebepler vardır, yollar vardır. Maksat, ancak sebeplerin yoluyla elde edilir. Fakat o yol da uzundur; tehlikelerle, engellerle doludur. Olabilir ya, sebepler, maksada aykırı gelir. Şimdi yokluk âlemine geldin, bu yolda çalıştın ya; Ulu Tanrı sana, öylesine ülkeler verir, öylesine âlemler bağışlar ki vehmine bile getirmemişsindir onları. Önceden dilediğin, istediğin şeylerden utanır da eyvahlar olsun dersin, bunca şeyler varken öyle bayâ şeyi nasıl istemişim ben? 

Fakat Ulu Tanrı der ki: Sen ondan arındın, istemiyorsun, bezdin amma o vakit aklından geçmişti; bizim için vazgeçtin ondan; keremimize son yok; elbette onu vereceğiz sana. 

Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, ulaşmadan, tanınmadan, Arapların güzel, yerinde söz söylemelerini görürdü; ben de böyle güzel, böyle yerinde söz söyleyebilsem derdi; bunu isterdi. Gizli âlem ona açılınca Tanrı esriği oldu; o istek, o dilek, tümden soğuk geldi ona. 

Ulu Tanrı buyurdu ki: O dilediğin güzel, yerinde söz söylemeyi verdik sana. Mustafâ, Yârabbi dedi, ne işime yarar benim; vazgeçtim, istemiyorum. Ulu Tanrı buyurdu ki: Gam yeme; hem ona ulaşırsın, hem de hiç aldırış etmezsin ona; sana ziyân vermez o. Ulu Tanrı, ona öylesine bir söz söyleme kabiliyeti verdi ki bütün âlem, onun zamanından bu zamana dek sözlerini anlatmak için çeşit çeşit bu kadar cilt kitaplar düzüp koştu; hâlâ halk, o sözleri anlamaktan âciz kalıyor. 

Ulu Tanrı buyurdu ki: Sahâbe, senin adını, arîlıktan, can-baş korkusundan, hasetçilerden ürktüğünden kulaklara gizlice söylüyorlardı. Büyüklüğünü öylesine yayayım ki dünyanın yedi iklim, dört bucağında yüksek minârelerde, günde beş kere adını yüce, güzel seslerle bağırsınlar, doğuda, batıda tanın. 

Şimdi, kim bu yola kendisini fedâ eder, varlığından geçerse onun dünyaya ait dilekleri de müyesser olur, ahirete âit dilekleri de; hepsini elde eder o; kimse bu yoldan şikâyetlenmemiştir.

Rubaî:

“Kulağım iman kıssasını duydu da mest oldu, kendinden geçti. imanın güzel gözü nerede? Ben onu görmek istiyorum.

Rebab diyor ki: ‘Beklemekten öldüm, güzel rebab çalan Osman’ın elini kucağını, yayını istiyorum!’

Ben de, bir aşk rebabıyım. Aşkım da, rebabın rebabçıya duyduğu aşka benziyor. Ben de Rabbimin lütuf yayını, ihsân mızrabını istiyorum.”

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.