FİHÎ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 6

Dervişlik ve Zâhidlik…

Dervişin biri, bir padişahın yanına vardı. Padişah ona, ey zâhid dedi. Derviş, zâhid sensin dedi. Padişah, ben nasıl zâhid olabilirim ki dedi, bütün dünya benim. Derviş, hayır dedi, ters görüyorsun sen. Dünya da, âhiret de, bütün mal mülk de benim, âlemi ben zaptetmişim; bir lokmayla bir hırkayı yeter bulan sensin. 

“Artık nereye dönerseniz dönün, Allah’ın zâtına dönersiniz.” Bu, boyuna böyledir, tecellî hiç kesilmez, sonsuzdur, ölümsüzdür. Âşıklar, kendilerini o zâta fedâ etmişlerdir, karşılık da istemezler. Âşıklardan başkalarıysa yayılan hayvanlara benzerler.

Zâhid ona derler ki işin sonunu görür, dünya ehliyse âhiri görür. Fakat Tanrı’ya tam yaklaşmış ârifler, ne sonu görürler, ne âhiri. Onlar, öne bakarlar da her işin başlangıcını bilirler.

Söz…

Söz, anlaması için söze muhtaç olan kişiyedir. Fakat söz söylenmeden de anlayan kişiye söz söylemeye hâcet mi var? Gökler, yerler, anlayan kişiye hep sözdür. Bunların hepsi de “Ol der, oluverir” sözüyle bildirildiği gibi sözden doğmuştur. Yavaş söylenen sözü bile işiten kişiye anlatmaya koyulmanın, bar-bar bağırmanın ne lüzumu var? 

Bir Arap şâiri, padişahın birinin tapısına geldi. Padişah Türk’tü, Farsça bile bilmiyordu. Şâir, padişaha Arapça pek güzel bir kasîde düzmüştü. Padişah tahtına oturmuştu. Bütün dîvân ehli huzurdaydı. Beyler, vezîrler, teşrifata göre sıralanmıştı. 

Şâir, ayağa kalktı. Getirdiği kasîdeyi okumaya başladı. Padişah beğenilecek yerlerde başını sallıyor, şaşılması gereken yerde şaşkınlık gösteriyor, gönül alçaklığı gösterilmesi gereken yerlerde iltifatlarda bulunuyordu. 

Dîvân ehli şaşırdılar. Padişahımızın Arapça bir söz bile bilmezdi; tam yerinde nasıl oluyor da başını sallıyor; yoksa Arapça biliyordu da bunca yıldır bizden mi gizliyordu; Arapça edebe aykırı bir söz söylediysek vay bizim hâlimize diyorlardı…

Padişahın pek sevdiği bir kölesi vardı. Ona at verdiler, katır verdiler, mal verdiler; bir o kadar daha vermeyi de boyunlarına aldılar. Bize şu hâli bildir, padişah Arapça biliyor mu, bilmiyor mu? Tam yerinde nasıl baş sallıyordu; yoksa bu, kerâmet miydi, ilhâm mıydı, öğren de haber ver bize dediler. 

Köle bir gün fırsat buldu. Ava gitmişlerdi, birçok av avlanmıştı. Padişahı memnun gördü, hâli sordu. Padişah güldü de vallahî dedi, ben Arapça bilmem; amma başımı sallıyordum, çünkü o şiirden maksadı nedir, onu anlıyordum da başımı sallıyor, anlıyor, beğeniyordum. 

Artık anlaşıldı ya, temel olan, maksattır, o şiirse maksadın parça buçuğudur; o maksat olmasaydı o şiir söylenmezdi. Maksada bakılırsa ikilik kalmaz. İkilik, parça-buçuklardadır; temelse birdir.

Nitekim şeyhlerin yolları, görünüşte çeşit-çeşittir. Hâllerinde, sözlerinde, hareketlerinde aykırılık vardır; fakat maksat bakımından hepsi de bir şeydir; o da Tanrı’yı aramaktan, dilemekten ibârettir.

Hani şu konağa bir yeldir, eser, gelir. Halının bir ucunu kaldırır; kilimleri oynatır; çer-çöpü havalandırır; havuzun suyunu zerre-zerre dalgalandırır; ağaçları, dalları, yaprakları oynatır. Bütün bu birbirine aykırı, çeşit-çeşit hâlleri belirtir amma maksat, temel, gerçek bakımından hep bir şeydir; çünkü hepsinin hareketi bir yeldendir.

00

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.