İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 6

Hazreti Mevlâna, mürşid-i kâmile teslim olduktan sonra ondan doğan işlere sabırla bakmamızı ister ve der ki: “Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır ‘Hadi git, ayrılık geldi’ demesin. Gemiyi kırarsa ses çıkarma, çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hakk, onun eline ‘kendi elimdir’ dedi; şu hâlde Tanrı eli onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Velîlerin huzurundan uzaklaşırsan hakîkatte Tanrı’dan uzaklaşırsın diyen Hazreti Mevlâna, bir velînin gönlünün kırılması yüzünden nefse uyanların önüne bir perde çekildiğini söyler ve Mesnevî-i Şerîf’de bu mânâları daha fazla açar: “Nefsi, Pîrin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefs öldürenin eteğine sımsıkı sarıl. Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek. Nefsin dileğini terk etmekten maksat, öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesinin çıkarılmasına benzer.”

Bir mürşid-i kâmilin eteğini sıkıca tutmak, onun bizi kendisine çekmesinden, onun bizi dileyişinden meydana gelir. Çünkü hakîkatte elimizi tutan, yükümüzü yüklenen odur. 

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur: “Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siper olanların meclisine git! Sana canlarında yer verenlerin, seni şarapla dopdolu bir kadeh hâline getirenlerin yanına git! Sana sövse bile öyle bir kişinin sövmesi, sapıkların övmesinden iyidir.”

Hazreti Mevlâna, insan yaşamında kâmil insanın hakîkatine o derece önem verir ki: “Nerde bir çıplak, bir yoksul görürsenin, bilin ki bir kâmilden kaçmıştır” buyurur. Eğer üstâdının dileğine uysaydı kendisini bezer, akrabalarını bile donatır, yardımcı olur, böyle çıplak ve yoksul kalmazdı. Dünyada kim üstâdından kaçarsa, devletten kaçar; bunu böyle bilin.”

Kasîde:

“Bana şarap gerekmez, ben şarabın durusundan da, tortusundan da vazgeçtim. Ben kendi kanıma susamışım, nefsle savaş zamanı geldi. 

Keskin kılıcı kınından çek! Haset edenlerin kanlarını dök, tâ ki bedensiz baş kendi bedeni etrafında çırpınarak dönüp dursun! 

İnsan kellelerinden dağ yap! Dökülen kanımızdan deniz meydana getir, tâ ki toprak ve kum, akan kan damlalarını içsin! 

Ey gönlümden haberdâr olan! Yürü git, ağzımı tutma, yoksa gönlüm yarılır da yarığından kan fışkırır. 

Bırak söyleyeyim, sözümden belki kavga çıkar ama kavgaya kulak verme, hiç aldırış etme. Bizim saltanâtımız ve kahrımız insanlar tarafından meydana gelmez. 

Ateşin gönlüne atılırım, ateşine sevine sevine lokma olurum. Kibrit gibi olan canın göbeğini neyin üstünde kestiler biliyor musunuz? 

Ateş bizim oğlumuzdur ve kanımıza susamıştır. Bizim bağımızla bağlanmıştır. Aramızda ayrılık olmaması için, her ikimiz beraber bulunuruz. 

Ateş oduna der ki: ‘Git, sen siyahsın, ben beyazım.’ Odun da der ki: ‘Sen yanmışsın, ben yanmamışım, kurtulmuşum.’

Ne bu tarafta, ne de o tarafta yüz bulamaz. O da iki karanlık arasındaki siyahta gizlenir kalır. 

O anka gibi bütün kuşları geçmiştir. Göklere yol bulamadı da o zavallı, Kaf dağında kaldı. 

Ey fitne, karışıklık arayan, haydi kalk! Sendeki o idrâk testisini taşa vur kır, tâ ki hakîkat nehrinin suyunu onunla çekemezsin, taşıyamazsın. Senin kusurunu söyleyeyim. 

Bedenleri toprak altında uyuyan, toprağı bedenlerine yorgan edinen temiz ruhlar gibi artık biz de susalım.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 5

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, Hazreti Muhammed ve Hazreti Ali arasındaki bir konuşmayı şöyle anlatır:

“Peygamber, Ali’ye dedi ki: Yâ Ali, Tanrı arslanısın, korkusuzsun, kuvvetlisin, yüreklisin. Fakat arslanlığına dayanma, güvenme. Hiç kimsenin rivâyetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı bir kişinin gölgesine gir. O, ümit ağacı gibidir.

Öyle bir ağacın gölgesine sığın! Bu akıllı kişinin gölgesi yeryüzünde Kafdağı’na benzer. Ruhu ise çok yücelerde uçan Zümrüd ü Ankâ gibidir. Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşün sonu gelmez.

Güneş, insan görünümüne bürünerek yüzünü örtmüştür. İnsan kıyafetinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Hazreti Mevlâna, kendini bilen, Tanrı’ya ulaşmış bir kişi ile dostluk etmeyi, böyle bir kişiye yakınlaşmayı bir ibâdet sayar. Hattâ bütün ibâdetler içinde en büyük ibâdetin bir mürşid-i kâmile teslim olmak olduğunu söyler.

Hazreti Ali’ye der ki: “Yâ Ali! Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine ulaşmayı seç. Herkes bir çeşit ibâdete sarılmıştır. Herkes kendisi için bir kurtulma çaresine yapışmıştır. Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan ancak böyle kurtulabilirsin. Bu, senin için bütün ibâdetlerden daha iyidir. Böylece yolda ilerlemiş olanların hepsinin geçer, hepsinden ileri olursun.

Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi, Hızır’ın hükmüne girip, yürü…”

Kasîde:

“Ey Yusuf, gözleri görmeyen Yakub’a gel. Ey gözlerde gizlenmiş olan İsa, sen de şu gökkubbenin üstünden bir görün… 

Ayrılıktan ötürü gündüz karardı, gece gibi oldu. Gönlüm yay gibi idi, inceldi ok gibi oldu. Dertli Yakub ihtiyarladı, ey genç Yusuf artık gel!

Ey İmran oğlu Musa! Senin Hakk’a yalvarman için, ne Tûr-i Sîna’lar var! İsrailoğulları buzağıya tapıyorlar. Artık Tûr-i Sîna’dan dön!… Bizi kurtarmaya gel! 

Benzim safran gibi sarardı. Boynum büküldü, çene düştü. Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar! 

Hazreti Muhammed’i gözleyen gözüm, gamınla sana müştâkım diyor. ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ âyetinin sırrı, gel de o dağınık saçlar arasından yüzünü göster!

Sen, öyle büyüksün, öyle büyük bir nur kaynağısın ki, şu güneş senin nuruna karşı sanki akşam kızıllığı, ey bütün dünya padişahlarını geride bırakan azîz varlık, ey Hakk ile gören göz, ey her şeyi bilen gönül! Gel! 

Dünyada mevcut bütün canlar, sana karşı canlıktan çıkıyorlar, beden oluyorlar. Hâlbuki sen, cansın, canlar canısın, cansız beden ne işe yarar? Ben çok eskiden, sana gönül vermiştim. Gel, ey Sevgili gel de şimdi sana canımı da vereyim! 

Ey Sevgili, ilacım de sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin, çaresiz gönlümde, senden başka ne varsa hepsi yok oldu, beni kimsesiz bırakma! Gel!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 4

Padişahlık kaydından kurtulup Hakk yolunda kendini arayanlar için Âriflerin Menkîbeleri’nden bir hikâye…

Bir gün Muîneddin Pervâne emîrlerle birlikte Mevlâna’nın ziyaretine geldi. Ancak, Mevlâna meydanda yoktu. Bekleme haddi aştı. Fakat Mevlâna hiç görünmedi. 

Pervâne’nin hatırından, ‘Zamanın şeyh ve bilginleri emîrlerin iltifatlarını mumla arıyor ve bunun için ölüyorlar. Mevlâna ise bizden neden kaçıyor’ diye geçti.

Bu sırada Mevlâna birdenbire medresenin toplantı yerinden çıktı ve şu hikâyeyi anlattı: Vezîrler ve devletin ileri gelen adamları, İslâm Sultanı’nın gelmekte olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular. Şeyh hiç tınmadı. Sultan, adamları ile beraber bahçe kapısına kadar geldi. Şeyhten, Tanrı rızası için kapıya kadar gelmelerini rica ettiler. Şeyh hiç yerinden kımıldamadı. 

Sultan, şeyhin odasının kapısına kadar geldiği vakit, vezîr ileri koşup şeyhe, “Ey din ulusu! Sen, Kur’ân’da ‘Tanrı’ya onun elçisine ve sizden emir sahibi olanlara itaat ediniz’ âyetini okumadın mı? dedi.

Şeyh cevabında, “Tanrı’ya itaat ediniz’e kadar daldık ve baktık ki, daha ‘elçisine itaat ediniz’e bile başlamadık; nerde kaldı ki, emir sahiplerine” diye buyurdu. Bunun üzerine Sultan hemen baş koyup hâlis bir mürid oldu.

Şiir:

“Sema vaktinde, aşk şarkıcısı der ki, ‘Efendilik baş ağrısıdır.’

Aşk ve aşkın mezhebi ve milleti yetmişiki milletten başkadır.

Padişahların tahtı, aşk ve aşıkın tahtı yanında tahtadan bir kerevettir.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 3

Tanrı neden niyâz ister sorusuna cevâben, Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle der: “İçinde olan düşünceleri hiçbir hile ve tedbirle kendinden uzaklaştıramazsın. Bu ancak Tanrı’nın yardımı ile senden uzaklaşabilir. Bu yüzden iç ile savaşmak büyük bir iştir, dış ile savaşmak küçüktür. Bu bakımdan ibâdetin Tanrı’nın yanında başka bir kadir kıymeti olur.”

Tanrı’nın neden sadece gönlümüze baktığını Hazreti Mevlâna, Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle açıklar: “Çünkü gönül hafiftir, çeviktir; hareketlerinde ve yürüyüşünde yorulmaz. Tenin topallığından, gönlün çevikliğinden ötürüdür ki, Hakk vefâkârlığı tenden değil, gönülden istedi.”

Tanrı’nın bizdeki bu gönül çekişini o güzel Sultan Hazreti Mevlâna, yine Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle dile getirir: “Güneşin sıcaklığından suyun yüzü ısınır; sonra güneş, o ısınan kısmı hemen yükseğe çeker. Böyle azar azar hep yükseğe çeker; öyle çeker ki, onun sen ne kadar çektiğinin farkında olmazsın. İşte Kibriyâ’nın parıltısı, duruyu tortudan böyle çalar.”

Hikâye:

İbrahim Edhem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini türlü ibâdetlerle yoruyordu.

“Ne yapayım?” diyordu, “Ne yapmak gerek ki kendimde bir gönül açıklığı bulayım?”

Bir gece taht üzerinde uyumuştu. Fakat içi uyanık, gözleri uykuda idi. Bekçiler davullara tokmaklar vuruyorlar, gürültüler koparıyorlardı. 

İbrahim Edhem kendi kendine dedi ki: “Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz? Düşman benimle birlikte uyumaktadır. Biz, Allah’ın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız; sizden ne güvenlik gelebilir? Bize onun lütfu sığınağından başka bir yerde kurtuluş yoktur.”

Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başını yastıktan kaldırmış, sonra tekrar yatmıştı.

Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık yürüyüş yapıyordu. Şah, kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu. 

Bu arada biri köşkün damından başını aşağı uzattı, “Ey taht üzerinde oturan zât, sen kimsin?” dedi.

İbrahim Edhem cevap verdi: “Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?”

“Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında arıyoruz.”

İbrahim Edhem, “Divâne misiniz? Burada deve aranır mı?” dedi.

Adam şöyle cevap verdi: “Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allah’ı burada mı arıyorsun?”

İşte o saatten sonra İbrahim Edhem’i kimse göremedi.

Rubâi:

“Ermiş kişiler, varlarını yoklarını yokluk diyârına çekerler de varlık da lütfeder, onları kendine doğru çeker… Nice canlar Yakub gibi daima zehirler tadarlar da sonunda can Yusuf’u onları tutar, şeker diyârına; tatlılıklar, hoşluklar yurduna çeker götürür… Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 2

Bütün sözleri Tanrı kelâmı olan o güzel Mesnevî’si için Hazreti Mevlâna der ki: “Mesnevî gönülleri aydınlatan, Hakk yolunu gösteren bir çerağdır. Bu kitapta hâlini gören er kişidir.”

Her türlü dünya sıfatından arınmış olan Hakk’la Hakk olmuş Hazreti Mevlâna çocuğunu kaybetmiş olan çaresiz babaya verdiği cevapta, “Tuhaf şey! Çok tuhaf şey! Bütün varlıklar, Allah’ı kaybetmişler, onu hiç aramıyorlar, onun için hiçbir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sen de kendi çocuğunun hasretiyle harâb ve rüsvâ oluyorsun. Neden bir ân Hakk’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakub gibi bulasın!”

İnsanların yitirdikleri en değerli, en lüzumlu varlık Hakk’tı. Ama bundan kimin haberi vardı? Herkes bu dünya evinde bir şeyin ardına düşmüş onu arıyordu. Hâlbuki Mevlâna şöyle diyordu: “Eğer bekâ istiyorsan dünyayı, likâ istiyorsan ukbâyı bırak. Eğer Allah cemâlini istiyorsan, dünyayı da ukbâyı da, kevn ü mekânı da bırak, bize öyle gel.”

Şiir:

“Tanrı yolunun güneşi olan ve nefsini zelîl eden kimseye ne mutlu.”

Yol gösterici yüce Sultan Hazreti Mevlâna’nın uğruna başını verdiği Tanrı güneşi Tebrizli Şems de bakın Makalat’ında bize Hakk’a kavuşma yolunda nasıl bir tavsiyede bulunuyor:

“Tenden geçer de cana erişirsen bir hâdise, yâni sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş olursun. Hakk kadîmdir; başlangıcı olmayan varlıktır. Sonradan yaratılmış onu nasıl anlayabilir? Toprak nerede, her şeyi yaratan ulu Allah nerede?

Sende bulunan kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin; candır ama, canı koltuğuna aldığın zaman ne yapmış olursun?

Orası öyle yüce bir saraydır ki, niyâzsızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyâz götür ki, niyâzsız olan o dergâh niyâzı sever; sen de o niyâz yüzünden sonradan yaratılmış varlıklar arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Tanrı’dan sana bir şey erişir. İşte o aşktır. Aşk tuzağı gelir ve seni sarar.”

Kasîde:

“Ey ilkbaharın parlaklığı! Bir şeyler söyle; ey lâle bahçesinin neşesi, söyle! 

Ey bülbül! Ey binlerce aşk masalı okuyan aşık! Baharın güzelliklerinden, vasıflarından bir şeyler söyle! 

Ardıcın ve çınarın üstüne kon da, uzun boylu selvinin salına salına yürüyüşünü, gülün yüzünün güzelliğini anlat! 

Sonbahar geçti gitti. Gül, güzel yüzünü gösterdi. Selvinin üstüne kon da çekinmeden gülü methet! 

Sana ‘Üzümün canı nasıldır?’ diye sorarlarsa yaprağına bakmadan söyle! 

Özrünün kabul edilmesini istiyorsan, sen bize güzel yüzlü çiçeklerden bahset! 

Mest olmuş aşıkları kararsız kılmak istiyorsan, onlara mahmur nergisin gözlerini methet! 

Biz bugün şarap içmek istiyoruz. Haydi ey güzel, sen bize sakî ol, güpe gündüz şarkılar söyle! 

Sarhoşluk geldi; bıkma, usanma gitti. Artık yüz kere söyle, bin kere söyle! 

Ey Hakk ârifî sevaba girmek, Hakk’ın rahmetini kazanmak istiyorsan; bir şeyler söyle! Bize Hakk’tan, hakîkatten, aşktan bahset! 

Ey ârif! Seni bekliyoruz. Çabuk gel, bizi bekletme! Ateşine yakma, hemen söyle!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle bize tasavvuf yolunda en büyük kılavuz olmuştur. Başka sufîler gibi bir köşeye çekilmiş değildir. Hayata ve insanlığa yayılır. Günlük hayatta yaşar. Öyle ki cüzzamlısından düşmüşüne kadar tüm insanları sonsuz şefkatiyle kucaklar.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle anlatılır:

Hazreti Mevlâna ve arkadaşları ılıcaya teşrif etmişti. Ilıcaya ulaştıkları vakit Çelebi Emîr Âlim Hazretleri, Mevlâna’nın arkadaşlarıyla yalnız kalması için insanları hamamdan dışarı çıkarmış ve havuzu kırmızı, yeşil elmalarla doldurmuştu. 

Mevlâna Hazretleri içeri girdiği vakit insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve utanarak çıkmakta olduklarını, havuzun da elmalarla dolu olduğunu gördü.

Bunun üzerine, “Ey Emîr Âlim, bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetlidir ki, onları dışarı atıp havuzu elmalarla doldurdun. Bütün dünya ve onun içindeki şeyler, insanlar için ve insan da o dem için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onlarla birlikte suya girebileyim” diye buyurdu.

Şiir:

“Dünyadan maksat insandır, insandan maksat da o nefestir.”

Sultan’ül-Ulemâ’nın halifêsi ve Mevlâna’nın babasından sonraki mürşidi Seyyid Burhaneddin Hazretleri, yanından ayrılırken Mevlâna’ya, “Sen artık yetiştin oğlum. Eşi benzeri bulunmayan bir bilgin oldun, haydi yürü de insanların ruhunu taze hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini, kendi mânâ aşkınla dirilt” diyerek Mevlâna’yı insanları irşâd etmesi için yönlendirmiştir. O yüce Sultan, Tanrı aşığı bir ân olsun çalışmaktan vazgeçmemiş, gece gündüz yolda, bahçede hiç dinlenmeden hem sohbetlerinde, hem de yazılı eserlerinde insanı ve insanın gerçek kimliğini anlatmış, ilâhî aşk sırlarından bahsetmiştir.

Kasîde:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. 

Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi giizel! 

Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor. 

Bugün tövbeden başka bozulacak birşey yok! Bugün sevgilinin saçından başka dağınık, perişan bir şey yok!

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına kapıldığı o güzel, balçıktan yaratılmıştır. Fakat o, gizli olarak Hakk’ın kudreti, yaratma gücü, sanatı ile süslenmiştir.

Bugün başka türlü bir gün, bugün nerede bir ölü varsa canlanır, dirilir. Bugün kör bile başka bir göze sahip olur. 

Nice beden vardır ki, toprak esiridir, mezarda çürümeğe mahkumdur. Fakat gönlü gökyüzünde emîr nice tohum var ki, toprak altına düşmüş, ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış. 

Gönlü mücevher, inci hazinesi olan bir varlık nasıl olur da kirli toprakta yaşar? Sevgilisini bağrına basmış olan bir kişinin nasıl olur da gönlü daralır, sıkılır?”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 5

Yüce Sultan Hüdâvendigâr Mevlâna, Peygamberimizin “Ben kimin Efendisi isem, Ali de onun Efendisidir” hadîsini yorumlarken Efendiyi şöyle tarif ediyor:

“Efendi kimdir? Seni azâd eden ve ayağından esâret bağını koparandır.”

Yüce Peygamberimiz Hazreti Muhammed, “Âlimler, peygamberlerin vârisidir” buyurmuşlardır. İşte Allah’ın Efendisi Mevlâna Muhammed Celâleddin Molla-yi Rumî, Hazreti Muhammed’in eksiksiz, en olgun vârisiydi.

Hazreti Mevlâna, kendi ilmini, Hazreti Muhammed’in ilminde; irfânını, Hazreti Muhammed’in irfânında; benliğini, Hazreti Muhammed’in benliğinde; hâsılı bütün varlığını, O’nun varlığında yok ederek mânevî hüviyetinin parlak meşalesi nurundan yakıp uyandırdı.

Kulun, Hakk’a olan yakınlık mertebesini müjdeleyen “Ben onun kulağı, gözü, kalbi oldum” kudsî hadîsindeki işâret üzere O’nunla baktı, O’nunla gördü, O’nunla düşündü, O’nunla söyledi; kalbi hep O’nun aşkıyla yandı.

Hakk yolundaki bütün emirleri, bütün işleri kendinin değil, Muhammed Ali’nindi. Hattâ gazellerinin bir ksımının sonlarında, kendine hitâb ederek, “Sen sus, O söylesin” der.

Bir yerde de, “Bütün hastalar, iyileşmeyi umarlar” diye buyuran Hazreti Mevlâna, yine şöyle seslenir, “Hâlbuki aşk hastası, aman, derdimi artırın diye sızlanır.”

“Bu zehirden daha güzel, daha hoş bir şerbet görmedim. Bu hastalıktan daha iyi bir sıhhat olamaz. Bu suçtan daha iyi bir ibâdet yoktur. Bu yüzden cehennem, aşığın ateşinden söner. Der ki: Ey ulu er, çabuk geç, yoksa ateşinden ateşim sönecek. Cennet de ona der ki: Yel gibi geç, yoksa neyim varsa mahvolup gidecek.”

Mesnevî’de, aşk hakkında, “Ondan cehennem de titrer, cennetler de. Ondan ne buna aman vardır, ne ona” diye buyuran Hazreti Mevlâna, sözü yine sevgilinin suretine getirir ve bizlere mânâ aşkına ulaşmamız için aşacağımız yolların ip uçlarından bahseder.

“Derken sevgili aşıktan gizlendi. Aşık da sevgilinin mânâsıyla eş oldu. Ben bedenden soyundum, o hayalden soyundu. Vuslat makâmının en ilerisinde salınmaktayım” derken, sözü burada durdurarak daha fazla söyleyemeyeceğini anlatır ve, “Bu bahisler buraya kadar söylenebilir. Bundan sonra ne zuhûra gelirse gizlenmesi gerektir. Söylersen de faydasız. Yüzbinlerce gayret göstersen de anlatmaya çalışsan yine açığa çıkmaz” diye buyurur.

Rubâi:

“Ey başımızın üstünde dönüp duran gökler! Siz de o mânâ güneşinin aşkına tutulmuşsunuz.

Siz de, benim giydiğim gibi aşk hırkasını giymişsiniz. Sizler de benim gibi aşıksınız.

Vallahi aşıksınız. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim: İçiniz de, dışınız da pırıl pırıl, lekesiz, ter ü taze yem yeşil…”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 4

Mevlâna’da hiç şüphesiz ki Muhammedî feyz nefesleriyle, gönül birliği, can birliği vardır. Hüdâvendigâr Mevlâna’nın Mesnevî’si, Hazreti Muhammed’in peygamberlik sırrının; Divân-ı Kebîr’i de Hazreti Muhammed’in velîlik sırrının Mevlâna’da tecellî etmesinden zuhûr etmiştir.

Mevlâna’daki demin vasfını, geliniz yüce Hazret’in kendi samîmi dilinden dinleyelim.

Mesnevî’sinin 1. Cildinde, ilhâmların verdiği sarhoşlukla kendinden geçerek, coşkun bir vahyin tesîriyle, tebliğleriyle dolan gönlünün, Hazreti Muhammed’in feyz demiyle birleştiği kavuşma anındaki kendinden geçişten biraz kendine gelince, Hakîkat-i Muhammedîye’nin hakkânî tercümanı olarak diyor ki:

“Ayıkken bile sermest olan, eline kadehi alınca nasıl olur?

Anlatılmayacak derecede sarhoş olan bir arslan, çayırlığın yayılmış yeşilliklerine gelince, neşesinden sarhoşluğu büsbütün artar…

Ben kâfiye düşünüyorum, sevgilim bana der ki: Yüzümden başka bir şey düşünme.

Ey benim kâfiye düşünenim! Rahatça otur. Benim gözümde devlet kâfiyesi sensin.

Harf ne oluyor ki, sen onu düşünesin! Harf ne oluyor? Üzüm bağının çitten duvarı.

Harfi, sesi, sözü birbirine çalıp parçalayayım da bu üçü de olmaksızın seninle konuşayım.

Âdem’den bile gizlediğim sözü, ey cihanın sırları olan sevgilim, sana söyleyeyim.

İbrahim Halil’e bile söyleyemediğim sözü, Cebrâil’in bile bilmediği derdi, Mesîh’in bile dem vurmadığı, hattâ Allah’ın bile, kıskanıp biz olmadıkça, kimseye açmadığı sırrı, sana açayım, söyleyeyim.

Ben kendimi yoklukta buldum. Onun için kendimi yokluğa fedâ ettim.”

Rubâi:

“Ben dağ bile olsam, hep senin sesinle seslenirim. Saman çöpü kesilsem, hep senin ateşine yanarım. O ateşte duman olur, tüterim ben! 

Senin varlığını gördüm de utancımdan yok oldum. Fakat bu yok oluş aşkıyla varlığıma can geldi. 

Nereye yokluk gelse, orada varlık yok olur. Bu ne biçim yokluktur ki, geldi de onun yüzünden varlığım arttıkça arttı.”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 3

Hazreti Mevlâna, sadece kendi çağında değil, temsîl ettiği geniş hoşgörü, neşe, umut meşalesiyle kendinden sonraki çağlara da ışık tutmuştur. Onun fikirleri her çağda taze, yeni ve öncüdür. O, Allah’ın bağışlayıcı ilhâmı ile günâh ve kusurları hoşgörebilmiştir.

O, insanları birlik olmaya, Allah’ın birliğinde yok olmaya, erimeye çağırmıştır. Kadınları aşağı gören, insan hassasiyetiyle bağdaşmayan her türlü müessese ve düşünceye karşı çıkmış büyük bir insandır.

Mevlâna, kadın erkek, zengin fakir arasında hiçbir ayrım yapmayan bir gönüller Sultanıdır. O, kadınların da sevgi ve dostluğunu kazanmış, onları yüceltmek için, özellikle onlarla sohbetlerde bulunmuştur. İnsanların dış görünüşlerine değil, özüne bakan yüce Sultan, onları gerçeğe yönelterek Hakk nuru ile aydınlatmaya çalışmıştır.

Yüce Mevlâna, Tanrı’nın ilhâmına mahzâr olduğu için bütün insanlık âleminin malı olmuştur. Hiçbir din, hiçbir mezheb, hiçbir ırk ve millet farkı gözetmeksizin insanları sevmiş ve onlara sevmeyi öğretmiştir.

Hazreti Mevlâna, bu çağrısını meydana getirirken eşine rastlanmayan bir incelik ve sabır göstermiş, sahip olduğu Tanrı’nın güzel vasıflarıyla, Yaratandan ötürü tüm yaratılmışlara aynı hoşgörü ve muhabbetle yaklaşmış, her varlığa sevgi ikrâm etmiştir.

Kasîde:

“Neşeden de bahsetsek, gamdan da dem vursak, hep bir arada oturalım, birbirimizle dertleşelim! 

Sevgilimiz ileri giderse, biz de ileri gidelim. Sevgilimiz az konuşursa, biz de az konuşalım! 

Gerçi biz yiğit kişileriz ama, yalnız başımıza yola düşünce güçsüz, kuvvetsiz oluruz. Acılara dayanamayız, feryâda başlarız. 

Hiç yoluna yapayalnız düştün mü? Yolda çok tehlikeler vardır. Yalnız başımıza zemzem kuyusuna ulaşacağımızı sanma!

Tek başına insan bir hiçten ibarettir. Hepimiz bir araya gelince insan olurmuşuz. Haydi tekrar bir araya gelelim de insan olalım!

Yaratılıştaki nüktenin üstü örtülür, pek anlaşılamaz. İnsan bir vasıtadır. Haydi gidelim, o pek büyük, uçsuz bucaksız olan vahdet denizinin kıyısına çadırımızı kuralım, birlik olalım, bir olalım!..”

DEM-İ HAZRETİ MEVLÂNA – 2

Mevlâna, Allah’ın güzellik âleminden, güzellik sırrından, ezelî sonsuzluk cihanından; Hazreti Muhammed’den yükselip gelen ve pek az görülebilen ve belki de Mevlâna’ya has bir aşk dalgası, bir aşk denizidir.

Öyle bir deniz ki, nehirler gibi şelâleleriyle, köpükleriyle coşkun coşkun akan ve geçtiği yerleri kana kana sulayan, feyizler veren suyu tatlı, berrak, engin bir denizdir.

O, çağların, devirlerin önemli bir dönüm noktasıdır. Kur’ân edebiyatı, hiç solmayan Hazreti Muhammed’in edebî ve lâhutî edebiyatıdır.

Mevlâna, kişilerin hür iradelerine verdiği olağanüstü değer insan oğlunu âdeta kutsal bir varlık derecesine yükseltir. Bunun için kendisini tanımasına ayrıca önem verir. O, hiçbir doğuş farkı, sonradan edinilmiş hiçbir fark tanımadan bütün insanlığa değer verir. En kötü insanı dahî bağışlanmaya ve sevgiye lâyık görür. Tanrı aşkının insanı ne derecelere yüceltebileceğini bildirir. Daima yumuşak huylu olmayı ve böylelikle gönüllerin fethedilebileceğini belirterek şöyle der:

“Kim olursan ol çevrendeki insanlardan ayrım yapmadan onların hatırını sormayı, hatırlarını ele almayı gerekli bil. O kişi düşman bile olsa ihsânda bulunmak iyidir. Çünkü ihsân yüzünden düşman dost olur. Dost olmasa bile kini azalır. Çünkü ihsânda bulunmak kine âdeta merhemdir.”

Kasîde:

“Aşk yolunda gözü kapalı olmayan uyanık olanlara müjdeler olsun! Ben dün gece bambaşka bir rüya gördüm.

Hakk yolunda yürüyenlere, şu sebeplerden başka sebepler hazırlandı. 

Bulutlardan şarap yağmasa bile, yaşayış başka bir âb-ı hayat elde etti. 

Dostlar huylarını değiştirdiler, asabî, serkeş oldular da, Allah bize uysal başka dostlar ihsan etti. 

Aşıklara başka münbit bir ova, bir başka su dolabı verildi de, onlar aşk yeşilliklerini yeniden yeşerttiler. 

Eğer aşk senin adını kötüye çıkarırsa gam yeme, aşkın başka adları, başka sanları da var! 

Sufî; söz, harf bilmezse bilmesin! Aşk derdini anlatan başka bir bâb, başka bir bölüm var!”