Mevlana ve Şems… (3)

Hazreti Mevlana buyuruyor ki: “Ben bir pergele benzerim. Sol ayağım pergelin dikmesini andırır, sağ ayağım ile de çark atarken yetmişiki milletin gönlünü tavaf ederim.” Bir başka yerde de şöyle diyor: “Ben bir ney’e benzerim, yetmişiki millet sırrını benden dinler.” Mevlana’nın bu sözleri, sıdk-ı bütün bir iman ve teslimiyetle bağlı olduğu Efendisi Şems-i Tebrizi’den gönlüne tecelli edenlerdir. Çünkü Mevlana, tamamen kendisini Şems’de yok etmiş ve O olmuştur.

Mesnevi-i Şerif’inde şöyle der Mevlana…

“Kabe her ne kadar onun lütuf ve ihsan evidir ama benim vücudum da onun sır evi. Allah, Kabe’yi kurdu ama kurdu kuralı ona gitmedi. Halbuki bu eve, benim vücuduma, o ebedi diri olan Allah’dan başka kimse gelmedi. Beni gördün ya, bil ki Allah’ı gördün; doğruluk Kabe’sinin, hakiki Kabe’nin etrafında tavaf ettin. Bana hizmet, Allah’a itaat etmek, onu övmektir. Sakın Hakk’ı benden ayrı sanma. Gözünü iyi aç da bana öyle bak ki beşerde Allah nurunu göresin.” (Mesnevi, II/2245)

O devrin hükümdarı Alaaddin ve sadrazamları da bir gün Hazreti Mevlana’nın sohbetine teşrif edeceklermiş, fakat daha onlar gelmeden hükümdarın bir dostu gelmiş ve Mevlana’ya şöyle buyurmuş: “Ya Hüdavendigar Mevlana, bugün hükümdar sizin sohbetinize katılacak, ne olur onlara göre bir muhabbet aç.” İşte Mevlana ona şu cevabı vermiş: “Efendiler, sohbet bana ait değildir, sohbet yolcuya aittir. Onların gönülleri okunur ve sohbet onların gönüllerine göre varlığını gösterir. Benim ağzımdan çıkan sözleri hem onlar dinler hem fakir dinlerim.”

Yine Mevlana’ya kulak verelim…

“Onun ruhu Padişahın ruhuyla birdi. Bu ten aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç! İş arifindir. Çünkü arif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür.” (Mesnevi, II/1050)

Bir insan teslimiyetli konuştuğu vakit, bu demektir ki, o kişiden dile gelen Hakk’tır. Ve o kişiden madem Hakk sözü dile geliyor, onun bütün sözleri ruha hitab eder; hatta dinleyen kişinin bir buğzu bile olsa o sözleri duyunca kalbi yumuşar, o da söylenenleri can kulağı ile dinler.

Bakın ne güzel söyler Mevlana, Mesnevi-i Şerif’inde…

“Alemin sarsıntılarına, yıkıntılarına direk, destek olan… gizli dertlerin tabibi bulunan o erler; muhabbetin, adaletin, rahmetin ta kendisidirler. Onlar, Hakk gibi illetsiz, rüşvetsiz kişilerdir. Onlardan birine “Can ve gönülden ettiğin bu yardım için, neden yardım ediyorsun?” denilse ancak ‘Yardım isteyenin gamından, çaresizliğinden’ der. Erin avı merhamettir. İlaç, alemde dertten başka bir şey aramaz. Nerede bir dert varsa, deva oraya gider. Su, neresi alçaksa, oraya akar. Sana da rahmet suyu gerekse yürü, alçal da sonra rahmet suyunu iç, sarhoş ol.” (Mesnevi, II/1935)

Mevlana ve Şems… (2)

Hüdavendigar Mevlana buyurur, der ki: “Hazineyi açtılar, hepiniz elbiseler giyin. Mustafa yine geldi iman edin. Dokuz felek ile her felekte bir zaman dönüp dolaştım. Senelerce yıldızlar da, burçlarda devrettim. Bir müddet görünmedim O’nunla idim. Lahutiyette Hakk’a en yakın idim. Ana karnındaki çoçuk gibi gıdamı Hakk’tan aldım. İnsan bir kere doğar, ben bir çok defalar doğdum. Cisim hırkasını giydim işler gördüm. Çok kere bu hırkayı kendi ellerimle yırttım. Geceleri zahitlerle mabedlerde sabahladım. Kafirlerle puthanede putların içinde uyudum. Kıskancın acısı benim. Hastanın şifası benim. Hem bulut, hem yağmurum, çayırlara yağarım. Ey Derviş! Benim eteğime asla fanilik tozu konmadı. Sonsuzluk aleminin bağında ben bol bol gül topladım. Ben sudan, ateşten, inatçı rüzgardan şekle girmiş topraktan değilim. Evlat ben tertemiz nurum. Tebrizli Şems’te yok olmuşum. Eğer beni gördüysen kimseye gördüğünü söyleme.”

İşte insan da bu tas gibi yahut da aktar gibidir. Yahut da aktar dükkanıdır ki orda Allah’ın sıfatlarının hazinelerinden avuç avuç, parça parça şeyler vardır. Bu dünyada, layığınca alış verişte bulunsun diye onları kaplara, taslara koymuşlardır. Duymaktan bir parça, görmekten bir parça söylemekten bir parça akıldan bir parça, kerem ve ihsandan bir parça, bilgiden bir parça şu halde insanlar Allah’ın gezip dolaşan satıcılarıdır. Dönüp dururlar.

“Ben görünen ve görünmeyenim.

Uykudaki göz gibi açığım ve gizliyim.

Varım ve yokum.

Gül suyundaki koku gibi.

Söyleyen ve susanım,

Kitaptaki yazı gibi…”

Mesala gözün aydınlığını görüyorsun ya; o dünyada da bu dünyada da gözler var, bakışlar var, görüşler var; hem de çeşit çeşit. Sana ondan bir örnektir, yolladılar ki dünyayı seyredesin. Yoksa görüş, bu kadar değildir; fakat bundan fazlasına tahammül edemez insan. Kur’an’da, “Hiç bir şey yoktur ki onun hazineleri katımızda olmasın’’ diye buyrulmuştur. Artık bir düşün; bu kadar binlerce yüzyıllar, bunca insanlar geldiler; bu denizde doldular derken gene boşaldılar; bir seyret de gör.

Mevlana ve Şems… (1)

“Ey Tebrizli Şems,

Dinim aşktır benim, senin yüzünü gördüm göreli,

Benim dinim senin yüzünde övünür, ey sevgili…”

Hazreti Mevlana’nın, her zerresi aşktan sarhoştu ve tamamen teslimiyetteydi. Ne dünya ile ne de ahiret ile bir pazarı vardı. Onun pazarı tamamen Allah ileydi. Hüdavendigar Mevlana patlamaya hazır bir volkan gibiydi ve bu patlamayı yapacak bir kıvılcım bekliyordu. İşte Hazreti Şems, Mevlana’nın kıvılcımı oldu. Hüdavendigar Mevlana, Hazreti Şems’in ateşinde öyle bir parladı ki, hem Şems yandı hem de bütün dünya onun muhabbet ateşinin nuruyla aydınlandı.

Hazreti Şems şöyle buyurur ve der ki; “Ben Mevlana’yı bir sefer irşad ettim. O beni sayısız sefer irşad etti.”

Şems-i Tebrizi, Mevlana ile yolları birleşmeden önce şöyle bir münacaatta bulundu: “Allah’ım bana bir mürşit ihsan et, çünkü senin sayısız bilinmeyen kulların var.” Bunun üzerine Cenab-ı Hakk kendisine şöyle seslendi; “Sana öyle birini ihsan edersem bana ne hediye edeceksin?” İşte Şems’in verdiği cevap; “Sana başımı vereceğim.” Cenab-ı Hakk yine seslendi; “Git, Rum diyarında Celaleddin isminde birini ara, onu bulursan, işte aradığın kişi odur.”

Bunun üzerine, bir gün Şems-i Tebrizi Hazretleri Şam’da dolaşırken, Hazreti Mevlana da o sırada Şam’da bulunuyordu, ikisi ilk defa orada karşılaştılar. Şems-i Tebrizi Hazretleri onun aradığı kişi olduğunu hemen anladı ve koşup Cenab-ı Mevlana’nın kolundan tutarak durdurdu ve Mevlana’ya şöyle seslendi; “Ey cihanın sarrafı! Ara beni bul!” Daha sonra Hazreti Şems-i Tebrizi Konya’ya geldi ve bir hana konuk oldu. Handakilere Mevlana’yı sordu. O sırada handa konaklayan birkaç bilgin Mevlana’yı tanıdıklarını söylediler ve şöyle buyurdular; “Cenab-ı Mevlana gibi aramızda bir bilgin daha yoktur. Kendisi katıra biner ve kırk tane bilgin arkasında gider, bunların da hepsi atlara binerler. Ve Mevlana Hazretleri kilise avlularında ve cami avlularında durur ve Allah’ın büyüklüğünden söz eder. Ayrıca sayısız da müftü yetiştirmiştir.” Hazreti Şems-i Tebriz, Peki giyimi nasıldır?” diye sorunca bilginler şöyle cevap verdiler; “Hırkası ipektendir, güzel giyinir, saltanatlıdır.” Bunun üzerine Hazreti Şems biraz durakladı, sonra tekrar sordu; “Peki bu zat buralardan geçer mi?” Bilginler,  “Sabah saatlerinde atların ayak seslerini duyarsan, bil ki geçen odur” diye cevapladılar. Bunun üzerine Hazreti Şems sabahı beklemeye koyuldu ve gün ağarmaya başladığında atların seslerini duyar duymaz cübbesini giydi, tacını taktı ve aşağı indi. Şems-i Tebrizi Hazretlerinin asasında Lavza-i Celal yazıyordu, yani ‘Allah’. Harakiyesinde ise ‘La ilahe illallah Muhammeden Resulullah’ yazıyordu. Cenab-ı Mevlana atının üzerinde karşıdan gelirken, tekrar çıktı karşısına, tuttu atının dizginlerini ve gözlerini Mevlana’ya dikerek, “Ya Mevlana, sana bir sorum var.” dedi. Hazreti Mevlana, Şems’in yüzüne bakar bakmaz onun halinden kim olduğunu okudu ve cevap verdi, “Buyur ya Şems, sorun nedir?” Şems sordu, “Hazreti Muhammed mi daha büyüktür, yoksa Beyazid-i Bestami Veli mi?” Bu soruyu işitince Hazreti Mevlana celali ve cezbeli bir tavırla dedi ki, “Bu ne biçim bir soru?! Tabii ki Hazreti Muhammed daha büyüktür.” Hazreti Şems devam etti, “Peki” dedi, “Hazreti Muhammed Efendimize ‘Allah’a karşı ibadetini yaptın mı?’ diye sorduklarında dedi ki, ‘Yapamadım.’ Aynı soruyu Beyazid-i Bestami Veli’ye sorduklarında, o dedi ‘Yaptım’. Biri dedi ‘Yaptım’ diğeri dedi ‘Yapamadım’, şimdi bunlardan hangisi daha büyük?”

İşte Mevlana Hazretlerinin verdiği cevap;

“Beyazid-i Bestami Veli bir havuzdu, o havuza bir gölün suyu döküldü, havuz taştı ve ‘Hırkamın altında Allah’tan başka bir şey yoktur’ dedi. Hazreti Muhammed ise bir okyanustur, bütün denizler O’na aksa, O taşmak nedir bilmez.”

Hazreti Şems, Cenab-ı Mevlana’dan bu cevabı duyar duymaz başını secdeye vurdu. Hazreti Mevlana atından indi, Şems’in koluna girdi ve tam üç ay boyunca halvet oldular, halvet boyunca sadece üç simitle karınlarını doyurdular. Birbirlerine sayısız manevi inciler döktüler. Ne zaman ki halvetten çıktılar, ikisi de muma dönmüşlerdi…

Hazreti Mevlana ve Sema

Hazreti Mevlana’nın yolundan gidenlerin, aşk yolunu takip edenlerin, içlerindeki ilahı arayanların, hayatlarının her anında yaşadıkları manevi yolculuğun sadece görünen bir ksımıdır sema… Sema, aşıklar için ibadettir, zikirdir. İlahi bir kavuşmadır, vuslattır…

Evrende, atomlardan güneş sistemine, vücutta dolaşan kana kadar herşey dönmektedir. Sema, ruhun olgunlaşarak birliğe ulaştığı ve Allah’a doğru yaptığı manevi bir yolculuk, bir ibadettir. Bu yolculuktan sonra tekrar hayatına ve insanoğluna hizmet etmeğe döner.

Vaktiyle Mevlevihanelerde neyzen, kudümzen, naathan ve ayinhanlar “mutrib” adı verilen müzik grubunu oluştururlardı. Mevlevihanelerde, mutribhanenin önünde semahane yer alır. Semahaneye girişin tam karşısında şeyh postu vardır. Post ile giriş arasında olduğu var sayılan çizgiye “Hatt-ı İstiva” denir. Bu gerçeğe ulaşan birliğe giden en kısa yoldur. Bu çizgiye ayinde şeyhten başka kimse basamaz. Şeyh, Mevlana’yı temsil eder. Post ise en büyük manevi makamdır. Kırmızı rengiyle doğuşu ve var oluşu temsil eder.

Mutrib, semazenler ve ardından şeyh de posttaki yerlerini aldıktan sonra naathan tarafından “Naat-ı Şerif” okunur. Itri Dede’nin bestelediği bu eserle Hazreti Muhammed methedilir. Naat’tan sonra “Kün” (Ol) emrini temsil eden kudüm sesi duyulur. Ardından ney taksimi başlar. Ney, kainata ruh verilmesini temsil eder. Taksim bitince peşrevle birlikte “Devr-i Veled” başlar. Şeyh ve semazenler müziğin temposuyla semahanede üç devir yaparlar. Birinci devir Allah’ın; güneşi, ayı, yıldızları ve bütün cansız varlıkları yaratışını anlatır. İkinci devir nebatatın yaratılışını, üçüncü devir ise hayvanatın yaratılışını anlatır. Semazenler Devr-i Veled sırasında postu geçerken birbirlerine niyaz ederek birbirlerinin gönül kıblesinde secdeye varırlar. Devr-i Veled’ den sonra posttaki yerini alan şeyh, ayinin birinci selamının başlamasıyla hırkalarını çıkaran semazenlerle görüşür ve semazenler semaya girer.

Bu insaniyete doğuşu temsil eder. Semazen, nefsinin ölümünü temsil eden özel bir kıyafet giyer. Sikke mezartaşını, hırka mezarını, tennure de kefeni temsil eder. Semazen meydana girerken elleri omuzunda çapraz olarak bağlıdır. Bu haliyle elife benzer ve Hakk’ın birliğine şehadet eder. Semaya başladıktan sonra sağ el yukarı sol el aşağı dönük olacak şekilde kollarını iki yana açar. Bu, “Hak’tan alır halka saçarız, kendimize birşey maletmeyiz” manasına gelir.

Sema, insanı gerçek varlığa ulaştıran bir araç ve bir can sarhoşluğudur. Semanın ilk devresi alemleri seyretmektir. Hakk’ın büyüklüğüne ve yüceliğine bu yolla ulaşılır. Birinci selamda aşıklar, şüphelerden kurtulur ve Hakk’ın birliğine iman ederler. İkinci selam ise tüm varlığı bu İlahi birlik içinde eritmektir. Üçüncü selamda aşıklar kendilerini arındırıp “oluş” mertebesine ulaşırlar. Dördüncü selamda ise “varlık” içinde “yok” oluşun vuslatına erişilir. Bu selamda şeyh de semaya girer. Hatt-ı İstiva’da semazenlerin ortasında sema eden şeyh sağ eliyle hırkasının yakasını açar, sol eliyle hırkasının iki ucunu tutar. Bu haliyle gönlünü herkese açtığını ifade eder. Ayinin bitiminde yapılan ney taksimiyle şeyh postuna çekilir. Posta vardığında okunan Kur’an-ı Kerim’le ayin sona erer.

Ve böylece yolculuk biter. Fakat aslında bu, Hazreti Mevlana’nın yolundan gidenlerin, aşk yolunu takip edenlerin, içlerindeki ilahi aşkı arayanların, hayatlarının her anında yaşadıkları manevi yolculuğun bir bölümüdür. Yani Hazreti Mevlana’nın sözleriyle:

“Sema’a girdin mi, iki dünyadan da dışarı çıkacaksın;
Sema’ın şu alemi, iki alemden de dışarıdır…”

Hazreti Mevlana ve Mevlevi Kültürü

Mevlevi Kültürü; tamamen sevgi ve hoşgörü üzerine kurulmuştur. Hazreti Mevlana, Yaradana gönül veren, bütün dünyadaki yaratıkları Yaradandan ötürü sevmeyi ve bizlere sevgiden söz etmeyi öğreten bir Aşk Piri’dir.

“Denizi bir testiye dökersen ne kadar alır? Bir günün kısmetini…”

İşte deniz nasıl testiye kabın genişliği kadar sığarsa Mevlana da kelime kalıplarına ve bizim idrakimize, istidadımız nisbetinde sığar. Zaten Mevlana en kuvvetli, en üstün idrakin de ötesindedir.

“Aşık ol aşık, aşkı seç ki sen de seçilmiş bir insan olasın” diye seslenir.

Kendi varlığından geçerek Allah’ta fani olmak; yani Allah’a tam bir gönül bağlamak Allah’a giden en kısa yoldur. Gönlünü Hakk’a vermiş bir insanın artık kendi benliği kalmamıştır. Onun her zerresinden işleyen Allah’tır. Böylece o kişi nefsine uyup başkasına zarar verecek kötü işlerde bulunmaz. Allah ahlakına bürünmüştür. Hazreti Muhammed ve Hazreti Mevlana bize bu vasıflarıyla örnek olmuşlardır.

Mevlana cihana sığmayan hudutsuz bir varlıktır. Güzeli, doğruyu, iyiyi, aşkı, hakikati arayanlara müjdeler veren lahudi sestir. Zulmette kalanlara teselli sunan Rahmani sedadır. Ayrılıktan inleyenlere şifa bahşeden devalı nefestir. İnsana insanı öğretendir. Her şeyin insanda olduğunu ve tüm evrenin insanın emrine verildiğini öğretendir.

Mevlana büyük bir Hakk aşığıdır. Aşkın efendisidir. Aşkta yok olmuştur. Bizzat aşktır. Aşkın ne olduğunu soranlara;

“Benim gibi ol da bil, ister nur olsun, ister karanlık, o olmadıkça, onu tamamiyle bilemezsin” buyurur.

İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir ve sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlana Celaleddin-i Rumi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneştir. Onun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj Aşk, Sevgi ve Birliktir.

O, bir veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir pir, bir mürşid olan insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden ve ikilikten kurtarmış ve temizlemiştir.

O, hiçbir şeyi inkar etmez, ama her şeyi birleştirir, bütünleştirir ve sevdirir. O kimseyi ayrı görmez; çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhur ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu gönlüne ve insan aklına hal olarak yansıtır.

Mevlana, aziz ve yüce bir üstattır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir hal abidesidir. Peygamber’in gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.

İnsan yaratılmışların en şereflisidir düsturuyla; her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hazreti Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.

Hazreti Mevlana’nın tasavvufu ve kimliği… (3)

Bütün dünyaya, ne din farkı ne mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana, hepimizden de bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister ve bizlere şöyle seslenir:

“Birlik şarabını ver, hepimizi aynı gecede sarhoş et de hepimiz toplanalım,

Görünüşteki ayrılıkları, aykırılıkları bir anda giderelim.

Benliğimizden geçtik mi, su rengini alır, her kabın şekline uyarız.

Biz bir ağacın dallarıyız, hepimiz de kapı yoldaşlarıyız.”

Ona öyle bir aşık gerektir ki kalktı mı her yandan ateşli kıyametler koparsın. Cehennem gibi bir gönül gerektir ki ona, cehennemi unuttursun, yüzlerce denizi yakıp kurutsun. Bir dalgadan bir deniz meydana getirsin, gökleri eline alsın, sıksın, bir mendil gibi buruştursun. Zevalsiz ışığı bir kandil gibi gök kubbeye asakoysun.

Hazreti Mevlana’nın yolu aşk ve edep yoludur. Söylediği şu sözler ile Hakk yolunun tamamen edepten ibaret olduğunu belirtir:

“Efendi! Bilmiş ol ki edep, insanın bedenindeki ruhtur.

Efendi! Edep, Hakk erinin göz ve gönlünün nurudur.

Eğer şeytanın başını ezmek dilersen, aç ve gör, şeytanın katili edeptir.

İnsanoğlunda edep bulunmazsa, o insan değildir.

İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir.

İman nedir diye akıldan sordum. Akıl, kalbimin kulağıma seslenerek

‘İman edeptir’ dedi…

Hazreti Mevlana’nın tasavvufu ve kimliği… (2)

Mevlana’ya göre süluk, yani bir tasavvuf yoluna girmek kendini unutmak değil, kendine gelmek, kendini bulmaktır.

Mevlana’ya göre hakikati arayan kişi bunu ancak kendisinde bulabilir ve hakikati kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir hakikat yoktur. Kişi nefsani isteklerinden arınıp rahmaniyete önem verirse gün gelir aradığı hakikatin bizzat kendisi olur.

O yüce sultan ise baştan başa hakikatin kendisiydi.

Onun Tanrıya doyumsuzluğu o derecede idi ki meşhur bir şiirinde:

“‘Enel Hak-Ben Hakkım’ kadehinden bir yudum içen sızdı. Şişelerle, küplerle içtim ben, yine de sızmadım ” der.

Hazreti Muhammed’e bağlılığı o derecededir ki o artık O olmuştur.

“Bugün Ahmed benim. Ama dünkü Ahmed değilim” der.

Hazreti Mevlana’ nın gerçeği tekamülü, şiirlerinde safha safha ve büyük bir açıklıkla görülmektedir. Günlük hadiselere kadar her şeyi bizlere söyleyen Hazreti Mevlana,

“Kanlar içine düştüğünü, bir sele kapılıp gitmekte olduğunu, paramparça bir gönülle yıldızlar gibi bütün gece dolanıp durduğunu” söyler.

“Hakikatten bir işarette bulunan Hallac’ı, halkın dara çektiğini; fakat sırlarını duysa Hallac’ın onu dara çekeceğini” bildirir.

“Aşk sofrasına oturup o sofranın tuzuna bandığını, aşkın kendisine boğaz olduğunu, bu sebeple de varlığını bir lokma yapıp yuttuğunu” anlatır.

Şems’in gelişiyle bütün kaygılardan kurtulan, bir şiirinde kendi tabiri ile “Sarığını rehin verip seccadeden bezecek” bir hale düşen Mevlana yine kendi sözleriyle,

“Ercesine adamcasına bir hamle etmiş, bilgiyi vermiş, bilinene erişmiştir.”

Artık, “Toprağı inci haline getirecek, çalgıcıların teflerini altınla dolduracak, susuzlara sakilik edecek, kupkuru toprakta Kevser suları akıtacak, yeryüzünü cennete çevirecek, gamlıları Sultan ve Bey, yüzlerce kiliseyi mescid, yüzlerce darağacını minber yapacak” bir haldedir.

“Buyruğunu bozacak yoktur O’nun. Dilediğini kafir, dilediğini mümin eder O”, “Bir kuldur ki, sahibini azat etmiştir. Daha dün şu alemde doğmuştur ama eski dünyayı bayındır hale getiren O’dur.”

“Kimin hırkasını dikerse o çıplak kalmaz artık. Kime çare olursa, çaresiz hale düşmez o. Kimin mevkii, kimin rütbesi olursa, kimse elinden alamaz o mevkii. İnci haline gelen katı taş, tekrar taş olmaz. Özlem çekenlerin kıblesi kesilen, yıkılmaz.”

Kendisini seveni, ona gönül vermiş canları öyle temin eder.

“Seni bir an bile yalnız bırakmam.

Her an seni biraz daha yüceltir, biraz daha fazla ağırlarım.

And olsun tertemiz zatıma, and olsun saltanatımın güneşine ki,

Seni lütuflarımla yüceltirim.

Yüzünü nurumla nurlandırır, başını on parmağımla kaşırım.”

Hazreti Mevlana’nın tasavvufu ve kimliği… (1)

Mevlana’nın tasavvufu, hiç bir zaman bir felsefe görüşü ya da hayali bir bilgi olmamıştır. O’nun tasavvufu, irfan, hakikat, aşk ve cezbe aleminde olgunlaşmadır.

Her şeyden önce şunu söylemek gerektir ki O, herhangi bir fikri anlatırken mantıki tahlillere, felsefi düşüncelere başvurmaz. O, gerek Divan’ında gerekse Mesnevi’sinde varlık birliği inancının, kendi felsefesinin, görüşünün izahını, halk diliyle ve halkın anlayışına tam bir uygunlukla örnekler vererek anlatır.

Eserlerinde, eski sufilerden, halka ait hikayelerden bahseder, ayrıca Kur’an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin batıni anlamlarını tefsir eder.

Mevlana, her şeyden önce topluma ahlakı öğretir. O’nda teferruata hiç yer yoktur.

Mevlana için önemli olan insan sevgisidir, gönlüdür, teferruat değil. O, mekansızlık alemi neresidir sorusuna, “Erlerin canı ve gönlü” diye cevap verir.

Zaten O, teferruata, aslı olmayan hayallere kapılmayı hoş görmediğinden, taçla, hırkayla bezenen ve elbiseyle kendisini sufi gösteren riya ehlini şiddetle kınar.

Sikkeyle, hırkayla Mevlevi olunmaz. Mevlevilik, en yüksek ahlak üzere yaşamaktır. Mevlevilik, Hazreti Mevlana’yı tanıyarak, onun gibi olmaya çalışmaktır. Ayrım gözetmeden insanlık alemine hizmet etmek, Allah’dan söz etmektir. Mevlevilik hırkada, sikkede, tennurede değil, gönüldedir.

Hazreti Mevlana’ya göre insan…

Hazreti Mevlana’da insan, ölümlü ile ölümsüzü, iyi ile kötüyü, ilahi ile beşeri benliğinde toplayan bir birleştiricidir. İnsan ölümsüzlüğün, ölümlü beden içinde tekamül seyrini yaşamak için bu alemdeki görünümüdür. İnsan varlık ağacının meyvesidir. Bir rubaisinde şöyle seslenir:

“Suret suretsizlikten meydana geldi. Varlık peteğini ören arıdır. Arıyı vücuda getiren, mum ve petek değildir. Arı biziz, şekil ve çokluk sadece bizim imal ettiğimiz mumdur. Şekil ve cisim bizden vücuda geldi. Biz onlardan değil; şarap bizden sarhoş oldu, biz şaraptan değil.”

Hazreti Mevlana, varlığın özü, yani yaratıcı kudretle insanın özünü birleştirmiştir. İnsanın şeref ve yükümlülüğü, zevki ve çilesi işte bu birlikten kaynaklanmaktadır. Bu birlik insanı varlığın gayesi yapmıştır. Varlık, anlamını insanla kazanır. Yaratıcı eserini insanla seyreder, zira insan Hakk’ın gözü ve aynasıdır.

Hazreti Mevlana şöyle seslenir:

“Sen cihanın hazinesisin, cihan bir yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki alemi meşale ve ışık kaplamış; çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgardan başka nedir?”

Yüce Hüdavendigar “Mümin müminin aynasıdır” hadisini açıklarken şöyle konuşur:

“Tanrı’nın adlarından biri de el-mümin’dir. İman eden kula da mümin denir. Mümin müminin aynasıdır demek,Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir.” O halde Hakk’ı insanda görmek gerekir. Bunu yapmayan, görmesini bilmiyor demektir.

Yine Mevlana şöyle seslenir:

“Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Göz dürüst görürse, sen O olursun. O da sen olur.”

“Ey Tanrı kitabının örneği insanoğlu. Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık. Her şey sensin. Alemde ne varsa senden dışarı değil. Sen ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende, sen her şeysin…”

İnsanın bu şerefi bedava değildir. Bu şerefin beraberinde getirdiği sorumluluk ve ıstırap da büyüktür. İnsanın şerefi gibi, sorumluluğu ve ıstırabı da varlığın en büyük sorumluluk ve ıstırabıdır. Mevlana’nın kavgası eşyaya boyun eğen insanı, eşyayı boyun eğdiren bir yaratıcı benlik haline getirmek içindir.

İnsan, ne olduğunu anlamak için nereden geldiğini anlamak zorundadır. Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Yaratıcı kudretten koptuğunun bilincinde olan insanın nasibidir.

“Tanrı, ululuk sırlarını insanda belirtmiştir. İnsanın önünde canla, gönülle, bedenle gerçekten bir secde ettin mi ne yana dönersen orası gönlüne kabe olur.”

Mevlana yine bir beyitinde:

“Bedenin her zerresinden bir feryat duy, bir inilti işit; çünkü sen büyük bir şehirsin; belki de bir şehir değil, binlerce şehirsin sen. Her şey sensin; her şeyden öte ne varsa o da sensin; O da senden ibaret.”

İnsan geçirdiği bu kadar maceraya rağmen kendi değerinin henüz farkında değildir. Kendisini kuşatan dünyanın nice tufanına tanık olmasına rağmen kendi içinde sakladığı tufanların henüz idrakine varamamıştır.

“Ademoğlu dediğin, dünya sandığına konmuş bir aslandır. Sandık kapanmış, kilitlenmiştir. O da kendisini yorgun ve bitkin göstermektedir. Ama günün birinde bir coştu, bir kükredi de sandığı kırıp parçaladı mı nelere gücü yettiğini, ne işler edeceğini o vakit görürsün.”

“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar. O eski aşktan gönlün içinde yeniden şekiller meydana gelir.”

Din, dil, ırk ayrımı yapmayan, her şeyi ve herkesi Tanrı’nın bir parçası olarak gören yüce Mevlana’nın kadını bu düşüncenin dışında tutmadığını anlatmaya herhalde gerek yoktur. Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre Tanrı katında cinsiyet yoktur.

Dolayısıyla maddi alemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır.

Hazreti Mevlana aşkla, müzikle, sema ve şiirle beslenip gelişen bu dinler üstü yolda kadına da büyük bir önem vermiş, her konuda olduğu gibi bu konuda da çağın ötesinde düşünmüş ve uygulamıştır. Kadını hayatın diğer parçaları gibi, belki de daha fazla önemsemiştir. Onları hayatın içine çekmeye çalışmış ve devrin şartlarına aldırmadan, hiç çekinmeden insanlığın kadınla birlikte var olduğu mesajını tüm aleme vermiştir.

Mesnevi’sinde, “Kadın bir nurdur sevgili değil, kadın yaratıcıdır yaratılmış değil…” sözleriyle kadına bakışını çok net olarak belirtmiştir.

Hazreti Mevlana öyle bir potadır ki oraya atılan her madde, orada yeteneğine göre en uygun gelişimini bulmuştur. Oraya düşen her zerre güneşlere ışık salan bir hal almış, padişahlara buyruk yürütmüş, tahtsız taçsız gönüller hakanı sayılmış, ya da yokluğa karışmış, addan sandan geçmiş, insanlığa bir iksir olmuş, soluk alanların ciğerlerine işlemiş, yeni bir arayış gücü vermiştir.

En güzel görüş Mevlana’nın nazarıyla beslenmiş, gelişmiş, en tatlı ses Mevlana’nın konservatuarında ahenkleşmiş, beste olmuş, en gerçek bilgi Mevlana enstitüsünde metodlaşmış, şaheser vermiş, en insani duygu Mevlana hareminde olgunlaşmış, kudret haline gelmiştir. Mevlana, kendisine gönül verenleri hem kendi asıllarına kavuşturan, hem içinde bulunduğu çağa göre, topluma göre en yararlı olacak şekilde yetiştiren bir “İnsanlık üniversitesidir”.

Hazreti Mevlana’nın manevi kimliği…

İnsan düşüncesine yepyeni bir mesaj veren ve İslam düşünürlerinin fikir sistemlerini, inanç akidelerini ruh, akıl ve sevgi üçgeni içinde sunan, insanlığa ahlak, din, ilim ve akıl yolunda heyecan katarak yeni ufuklar açan Mevlana Celaleddin-i Rumi, müstesna yüce bir varlık, ilahi bir ışık, manevi bir güneş, Muhammed Ali’nin bendesidir.

Bugüne kadar gönüller tutuşturan ve bundan sonra da insanı etkilemeye devam edecek olan Veli, kutup, pir, insan-ı kamil, büyük şair gibi sıfatlarla isimlendirilen bu büyük insan hepimize ışıktır.

Gönüller sultanı Hz.Mevlana aşkın kemalidir; ama yalnız aşkın mı? Hayır, O tüm güzelliklerin kemalidir, ilmin de hikmetin de, aklın da…

O’nun insan düşüncesine verdiği en büyük mesaj aşk, sevgi ve birliktir.

O, bir Veli hüviyetiyle gönüller coşturmuş, bir Pir, bir Mürşid-i Kamil olarak insan kalbini saflaştırmış, bir bilgi kaynağı olarak insan aklını nur ile yıkamış, akıl ve gönülleri kirden kurtarmış, gelmiş geçmiş tüm Peygamberlerin temsilcisi olmuştur.

Onun içindir ki hangi alim Mevlana’yı tanısa yücelmektedir. O’nun yoluna gönül koyan herkes kemale, sevgiye, insanlığa, bilgeliğe, hoşgörü ve yüksek ahlaka ulaşmaktadır.

O, hiç bir şeyi inkar etmez ama her şeyi birler, bütünleştirir ve sevdirir. O, kimseyi ayrı görmez. Çünkü O, herşeyin Allah’ın zuhuru ve tecellisi olduğunu bilir ve bunu insan gönlüne ve insana hal olarak yansıtır.

Mevlana aziz ve yüce bir Üstad’dır. Tek başına bir sistemdir, bir hayat ve bir düzendir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, idraki, davranışları ve herşeyi ile yüceliği öğreten bir HAL ABİDESİ’dir. Peygamber-i Zişan’ın gerçek temsilcisi, aşkın ve aklın en yüksek öğesi ve gerçeğidir.

“İnsan yaratılmışların en şereflisidir” düsturuyla her dilden, her dinden, her renkten insanı kucaklayan Hz.Mevlana sevginin, barışın, kardeşliğin, hoşgörünün sembolüdür.