FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 52

Vicdanî Anlayış…

Sırâceddin dedi ki: Bir şey söyledim, içime dert oldu.

Mevlânâ buyurdu ki: O memurdur, o sözü söylemene engel oluyor. O memur gözünle göremezsin amma onun sürüşünü, onun verdiği derdi görür de bilirsin ki bir memur var. Su altında yüzersin; sana güller, fesleğenler dokunur. Başka bir yana gidersin, tikenler batar sana. Anlarsın ki bu yan, tikenliktir, kötüdür, adama eziyet verir; o yansa güllük gülüstanlıktır, esenliktir; ikisini de görmezsin amma anlarsın. Bu anlayışa vicdanî anlayış derler; görünenden de açıktır bu. 

Meselâ açlık, susuzluk, öfke, sevinç… Hepsi de gözle görülmez amma görünürden de açıktır bunlar. Çünkü gözünü açsan görülen bir şey yoktur ortada; yoktur amma açlığı kendinden hiçbir düzenle gideremezsin. Yemeklerdeki sıcaklık, soğukluk, tatlılık, acılık da böyledir; gözle görülmez; görülmez amma görülenden daha da açıktır. Hâsılı bu görüşle ne işin var senin, şu bedenle ilgin nedir ki? Sen, bunsuz varsın, boyuna da bedensizsin zâten. Geceyse bedene aldırış bile etmezsin; gündüzse işlere koyulur gidersin; hiç de bedenle değilsin; peki, ne diye tir tir, titrersin şu bedenin üstüne; bir an bile onunla değilsin ki; hep başka yerlerdesin; sen nerdesin, beden nerde? 

“Sen bir ovadasın; ben bir ovadayım.” 

Beden, pek yaman bir şaşırtmacadır. İnsan sanır ki o öldü mü kendi de öldü gitti. Hey gidi hey; ne ilgin var bedenle senin? Büyük, pek büyük bir göz bağı bu. 

Firavun’un büyücüleri, bir zerrecik bu gerçeği anladılar, bedenlerini fedâ ediverdiler; gördüler ki bu bedensiz var olmuşlar; bedenin onlarla bir ilişiği yok. İbrâhim, İsmail, peygamberler, erenler de böyle; bedeni, oluşunu, olmayışını anladılar da boşverdiler bedene.

Haccâc esrar içmişti de dalgaya düşmüştü; başını almış, kapının yanına koymuş sanıyordu kendini. Kapıyı oynatmayın, başım yere düşmesin diye de bağırıyordu. Başı bedeninden ayrı, kapıyla duruyor sanıyordu. Bizim hâllerimiz de böyle, halkın hâlleri de. Sanıyorlar ki bedenle ilgileri var, onunla yaşamaktadırlar.

Rubaî:

“Bedenin hakîkat yolunda topal oluşundan, gönlün de hızlı gidişindendir ki, Allah sırrı bedenden zuhûr etmez de, onun vefâsı, mürüvveti hep gönülden belirir. 

O beden nerededir ki, can ile aynı renge bulanmıştır? Can padişahına su kesilmiştir, toprak olmuştur, balçık olmuştur da cana gönlünde yer vermiştir.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 51

Peygamber, Aşktır, Sevgidir…

“Sözün hayırlısı, az olanı, maksadı bildirenidir.” Sözlerin en iyisi, fayda verenidir, çok olana değil. “Kul huvallah” pek azdır görünüşte; Bakara sûresiyse hayli uzundur. Fakat merâm anlatma bakımından “Kul huvallah”, Bakaradan üstündür. 

Nûh, bin yıl insanları çağırdı, başına kırk kişi toplandı. Tanrı rahmet etsin, esenlik versin Mustafâ’nın çağrış zamanı ne kadardı, meydanda; fakat bunca ülkeler inandı ona; dininden bunca erenler, bunca yeryüzü direkleri geldi. Demek ki îtibar, azlığa çokluğa değil; maksat merâmı anlatmak. Kimi kişinin az sözü, çok sözden daha faydalı olur. Hani Tanrı’nın ateşi pek çok, pek çetin olursa ondan faydalanamazsın, yanına bile yaklaşamazsın onun; oysa ki arık bir mumdan faydalanırsın. Demek ki maksat faydadır. Bir de kimi insana, sözü duymamak faydalıdır. Onlar görürler, bu da yeter gider onlara; o faydalıdır bu çeşit kişilere. Duyarlarsa ziyân verir onlara söz. 

Bir şeyh, bir ulu kişiyle görüşmek için Tebrîz’e geldi. Şeyhin zâviyesine varınca geri dön, senin için budur faydalı, diye bir ses duydu; buraya ulaştın ya, şeyhi görürsen ziyân gelir sana diyordu ses. Az, fakat faydalı söz, şuna benzer: Yanmış bir mum, yanmamış bir mumu öper gider; o muma zâti bu yeter, maksadına erişir gider.

Peygamber, o görünen şekil değildir ki; onun şekli, bindiği attır. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; boyuna ölümsüz kalan da odur. Hani Sâlîh’in devesi gibi, görünüşte deve. Peygamber, o aşktır, o sevgidir; ölümsüz olan da odur.

Birisi dedi ki; Neden minârede yalnızca Tanrı’yı övmüyorlar da Muhammed’i de anıyorlar.

(Mevlâna), ona dediler ki:

Zâti Muhammed’i övüş, Tanrı’yı övüştür. Örneği de şunun gibi: Hani birisi, padişaha Tanrı uzun ömür versin; bana padişaha yol veren, yahut padişahın adını bana söyleyen kişi de yaşadıkça yaşasın dese onun övüşü, gerçekte padişahı övmedir. Bu peygamber, bana bir cübbe verin, ihtiyâcım var; yahut cübbeni, elbiseni bana ver diyor mu? Cübbeyi, malı ne yapacak o? O, senin elbiseni yeğinleştirmek istiyor ki güneşin ısısı ulaşsın sana. “Tanrı’ya güzel bir tarzda borç verin” diyor; yalnız mal istemiyor, cübbe istemiyor. O sana, maldan başka pek çok şeyler vermiş. Bilgi vermiş, düşünce vermiş, anlayış vermiş, görüş vermiş; bir soluk olsun diyor; görüşünü, düşünceni, kuruntunu, anlayışını, aklını bana harca; malı, sana verdiğim bu araçlarla elde etmedin mi? Hem kuşlardan sadaka istiyor o, hem tuzaktan. Güneşin önünde çırçıplak kalman daha iyi; yakmaz karartmaz seni bu güneş; adamakıllı ağartır, bembeyaz eder seni. Soyunamıyorsan bâri elbiseni yeğinleştir de güneşin zevkini gör. Bir zamandır, ekşiliği huy edinmiştin, bâri tatlılığı da bir dene.

Rubaî:

“Yeryüzünde gökyüzünün bile görmediği şeyleri seyretmek istiyorsan, bir an için olsun, kendini görme ve onun vereceği görüş elbisesini giy!

İnciler saçan bu sözü de, sözleri verene bağışla! Ondan sonra, varlığının her tarafından coşup fışkıran nükteleri gör, sözlere bak!..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 50

Muhammed’in Sığmayacağı Bir Hâl Olabilir Mi?..

Birisi, “Bende bir hâl var ki diyordu, oraya ne Muhammed sığabilir, ne Tanrı’ya yaklaşmış bir melek.”

Şeyh (Mevlâna) buyurdu ki:

Şaşılacak şey, acaba bir kulda, Muhammed’in sığmayacağı bir hâl olabilir mi? Demek bir hâl var ki Muhammed sığmıyor o hâle, bulamıyor o hâli de senin gibi koltuğu kokmuş biri o hâle sahip oluyor ha. 

Bir maskara, padişahı güldürmek istiyordu. Pek kızmıştı, pek incinmişti padişah. Padişahı güldürürse herkes bir şey verecekti ona; vaatlerde bulunmuşlardı. Padişah, bir dere kıyısında öfkeli bir hâlde dereyi seyre dalmıştı. Maskara da padişahın yanında durmuş, dereyi seyrediyordu. Padişah maskaraya bakmıyordu bile; suya dalmış gitmişti. Maskara bunda kaldı da padişahım dedi, suda ne görüyorsun ki boyuna bakıp duruyorsun? Padişah, bir kaltabanı görüyorum dedi. Maskara, eh dedi, bu kulun da kör değil ya. 

Şimdi demek bir vaktin olacak ki Muhammed o vakte sığmayacak ha… Acaba bir hâl olabilir mi ki senin gibi koltuğu kokmuş kişi o hâlin zevkine varsın da Muhammed’de o hâl olmasın? Ne kadar hâl sahibi olduysan onun yüzü suyu hürmetine oldun; onun yüzünden hâller elde ettin. Çünkü önce bütün vergileri, bağışları onun önüne dökerler de sonra başkalarına dağıtırlar. Tanrı’nın türesi böyledir.

Ulu Tanrı buyurdu ki: “Esenlik sana ey Peygamber; Tanrı’nın rahmeti, bereketleri sana.” Bütün saçıları sana saçtık. O dedi ki: “Tanrı’nın temiz kullarına da.” Tanrı yolu pek korkuluydu, adam akıllı bağlanmış, kapanmıştı, karlarla dop doluydu. Önce o, canıyla oynadı; at sürdü; yol açtı. Kim bu yola giderse onun kılavuzluğuyla, onun yardımıyla gider; çünkü yolu o meydana getirmiştir; her yere bir nişân koymuş, sopalar dikmiş, bu yana gitmeyin, şu yana gitmeyin… O yana giderseniz Âd kavmi gibi, Semûd kavmi gibi helâk olursunuz, bu yana giderseniz inananlar gibi kurtulursunuz demiştir. Bütün Kur’ân bunu anlatır.

Peygamberimiz, Efendimize Hitâb!..

“Mübârek bedenin kadir gecesidir. İnsanlar onun yüzünden şerefler, devletler elde ederler. Ruhun da ayın ondördü gibi parlaktır. Onun yüzünden karanlıklar yok olur, gider.

Yoksa sen, Hakk’ın takvîmi misin? Herkesin tali’leri orada yazılıdır. Yoksa sen, mağfiret deryâsı, bağışlama denizi misin ki, herkesin günahlarını orada yıkar, temizlersin.

Yoksa sen, Levh-i Mahfûz musun ki, ilhâm sahibi olanlar, gayb dersini senden alırlar, öğrenirler? Yoksa sen rahmet hazinesi misin ki, Hakk’a yakın olanlar, oradan elbiseler giyerler?

Yoksa sen, neliksiz, niteliksiz ruh musun ki, bunların hepsinden, her şeyden dışardasın? Bu sırda, künhünü anlayışta, düşüncelerde, te’emmüllerde, kuruntularda sarsılır, perişan olur.

Sen, güzelliğinin nuru kuyuya akseden ay gibi acayib bir Yusufsun. İşte akseden bir nurun sevdası ile, nice Yakuplar, milletlerin tuzaklarına, kuyularına düşmüşlerdir.

Şaşkınlıktan kurtulunca da, onun sıfatlarına bürünürler. İlâhî sıfatlar hayret hududunu geçince onu, kim anlayabilir? Artık sus, derin mânâlı sözler de, ibretler de kırık, dökük söylendi.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 49

Canın Koşması…

Şu koşmak var ya, korkudandır. Bütün âlem koşuyor, fakat her birinin koşması, hâlince. İnsanın koşması bir başka çeşit, bitkinin koşması bir başka çeşit, canın koşması bir başka çeşit. Canın koşması, adım atmadan, iz belirtmeden. Koruğa bir baksana. Ne kadar koştu da sonunda üzüm oldu. Şimdi tatlılaştı amma hemencecik bu durağa ulaşmadı ki. Ancak o koşuş göze görünmez, duyguyla anlaşılmaz. Fakat bu durağa ulaştıktan sonra anlaşılır ki buraya gelinceye dek bir hayli koşmuş. Hani suya dalıp su altında yüzen kişi de yol alır, fakat gittiğini kimsecikler görmez. Birden sudan başını çıkardı mı, buraya varıncaya dek su altında yüzüp gittiği anlaşılır.

Tanrı Erenlerini Gökleri…

Dostların gönüllerine öylesine sıkıntılar gelir ki onları hiçbir ilâç iyi edemez. Ne uyumakla iyileşir, geçer, ne gezip tozmakla, ne yiyip içmekle… Ancak dostu görmekle geçer o sıkıntı. 

“Dostla buluşmak, sayrıya şifâdır.” 

Hem de o hadde dek ki münâfık bile müminlerin arasına girse de otursa, onların tesiriyle bir solukta mümin olur gider. Hani Tanrı’nın buyurduğu gibi: “İnananlarla buluştular mı, inandık derler.” Bu, böyleyken inanan, inananla düşer kalkarsa ne olmaz? Münâfık kişiye bile bunu yapıyor, inanana ne faydalar verir, bir bak da seyret. Bak da gör, şu yün, akıllı biriyle buluştu, nasıl nakışlarla bezenmiş bir kilim, bir halı oldu. Şu toprak bir akıllıyla buluştu, bu çeşit güzelim bir yapı oldu. Akıllı kişinin sohbeti, cansızlara bile bu çeşit tesirlerde bulunursa inananın, inananla görüşüp konuşması, ne çeşit bir tesirde bulunur? 

Cüz’î nefsin, cüz’î aklın sohbetiyle cansızlar, bu mertebeye ulaştılar. Bunların hepsi, cüz’î aklın gölgesi. Gölgeye bakılıp sahibi, kıyas yoluyla anlaşılabilir. Şimdi sen de bir kıyasla; ne biçim bir akıl, ne biçim bir hüner gerek şu gökler, şu ay, güneş, şu yedi kat yer, onun yüzünden meydana gelsin. Bütün bu varlıklar Akl-ı Küll’ün gölgesi. Cüz’î aklın gölgesi kendisine göre; Akl-ı Küll’ün gölgesi olan varlıklar da kendisine göre. Tanrı erenleri, bu göklerden başka gökler görmüşlerdir de bu gökler gözlerine görünmez; pek aşağı görünür onlara bu gökler. Bunlara ayaklarını basmışlar da aşmışlar, geçip gitmişlerdir.

Kasîde: 

“Ey benim kötü zanlara kapılan güzelim; ne biçim bir zanna, ne biçim bir hayale kapılmışsın? Ey benim cana benzeyen ay yüzlü sevgilim; senin yüzünden hayale döndüm!

Ölümümden sonra benim canım senin hayalini görürse, hemen onun peşine düşer; onu bırakmaz, onun arkasından koşar durur

Ben, o yüze, o güzelliğe kulum, köleyim; benim kemâl ile, olgunlukla ne işim var? Senin kemâlin bana yeter! Zaten, sende ne varsa onların hepsi benimdir; ben, senden ayrı değilim ki!..

Ben, tamamiyle kendimden kopmuşum; kendi yanıma uğramam, kendi yüzüme bakmam! Çünkü, gizli şeyleri gören gözüm, kusurlu şeylere, ayıplara bakmaz, onları görmez!

İki gözüm de, senin seyrine dalmıştır! Ben, senden başkasına nasıl bir yüzle, ne gözle bakabilirim? Her iki gözümde de gözcü ve bekçi senin nurun değil midir?

Zamanenin o şaşılacak güzeli yüzünden, zamanlar neşelenmiştir! O yere göğe sığmaz, o mekânsız olan ay’ımın yüzünden, yerlerle gökler saf bir hâl almıştır!

Tebrizli Şemseddin yenini salladığından beri eşiğim, kanlı gözyaşları ile sulandı, bir an bile kurumadı!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 48

Temel Olan Sevgidir…

Kimileri der ki: Sevgi, saydırır, hizmet ettirir adama. Böyle değil. Sevilen kişinin isteği, saygı göstertir, hizmet ettirir. Sevgili dilerse seven, tapı kılar, hizmete koyulur; ondan boyuna hizmet belirir. Fakat sevilen bunu istemiyorsa seven de vazgeçer hizmetten. Çünkü tapı kılmayı bırakmak, sevgiyi gidermez ki. Seven tapı kılmasa, hizmet etmese bile ondaki sevgi, sevgiliye tapı kılar, hizmet eder. Temel olan sevgidir, tapı kılmak, hizmet etmek, onun parça buçuğudur. Yen sallansa, elin sallanmasındandır bu sallanış; fakat el sallanınca mutlaka yenin de sallanması gerekmez. 

Meselâ birisinin cübbesi pek geniş olsa da cübbenin içinde oynasa dursa, cübbe de hiç kıpırdamasa pekâlâ olabilir; yalnız cübbeyi giyen oynamadıkça cübbe oynamaz; buna imkân yoktur. Fakat kimi kişi olur ki cübbeyi adam sanır; yeni el sayar; mesti, şalvarın parçasını ayak beller; oysa ki bu el, bu yen, bu mest, bir başkasının elidir, bir başkasının yeni, bir başkasının ayağı. Hanî filân, fişmânın eli altındadır, filânın eli bu kadara yeter, filâna söz el vermiştir derler ya; bu sözlerde ki elden ayaktan maksat, kesin olarak bu el, bu ayak değildir.

Balarısı, Mum ve Bal…

O bey geldi, derlenip toparlanmamıza sebep oldu; kendisi çıktı gitti. Balarısının mumu balla bir araya getirmesi, sonra uçup gitmesi gibi hani. Çünkü onun varlığı şarttı, kalması değil. Analarımız babalarımız, o balarısına benzerler; istekliyi istenenle bir araya getirirler; âşığı sevgiliye kavuştururlar; derken ansızın uçuverirler. Ulu Tanrı onları, mumla balı bir araya getirmeye vasıta kılmış. Onlar uçup giderler, mumla bal, bir de bahçıvan kalır. Bunlar zâti bağdan dışarı çıkamazlar. Bu bağ, öylesine bağ değil ki buradan çıkılıp gidilebilsin. Giderlerse bile ancak bağın bir bucağından öbür bucağına giderler. Bedenimiz bu kovandır sanki; ondaki mumla bal da Tanrı aşkı. Babalarımız, analarımız vasıtadır amma onları da bahçıvan yetiştirir, ondan terbiye görürler. Kovanı bahçıvan yapar. Ulu Tanrı, balarılarını bu işe koşunca onlara bir başka çeşit elbise verir; o işe göre bir elbise. Öbür dünyaya gittiler mi, elbise değiştirirler; çünkü orda bir başka iş görür onlar. Yoksa insan, yine o insandır; değişen elbisedir ancak.

Rubaî:

“Aşka ait sözleri, yine aşktan dinlemek gerek! Çünkü aşk, aynaya benzer! Ayna, her şeyi olduğu gibi göstererek birçok gerçek sözler konuşur; hem de dilsizdir, susar durur!

Gerçi halkın kanı aşkın boynundadır, sayısız insan onun yüzünden canından olmuştur ama, ey gönül, yine de sen, kollarınla aşkın boynuna sarıl!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 47

Tanrı’nın Lûtfu…

Ulu Tanrı, evde otursa da adamın rızkını verir derler ya, bu aldırmamak dâvâsına girişmektir. Rızk, tepeden inmez ya. O yavrucak ağlar da anası, ona süt verir. Bu ağlamamda ne fayda var düşüncesine kapılsa, ağlamak, süt vermeye neden sebep olsun kuruntusuna düşse sütten kalır. Şimdi görüyoruz ya, çocuğa, ağladığı için süt verilmede. 

Birisi, bir beyin, bir başın önünde eğiliyorum, secdeye kapanıyorum, ne fayda var bunda düşüncesine dalabilir. Fakat tapı kılıyorsun, diz çöküyorsun ya; sonunda o bey sana acıyor, bir parçacık ekmek veriyor. Beyden sana acıyan, beyin derisi, eti değildir. Bey öldükten sonra da bu deri, bu kemik yerindedir; uykuda, dalgınlıkta da öyle. Fakat o vakit, onun önünde tapı kılman yiter gider. Anladık ya, o beydeki acıyış göze görünmüyor. 

Mâdem ki deride, kemikte bulunan görmediğimiz bir şeye tapı kılmadayız; deriden, kemikten dışarı bir şeyin de bulunması mümkün. Deride, kemikte gizli bir şey olmasaydı, Ebû Cehil’le Muhammed bir olurdu, aralarında bir fark kalmazdı. Şu kulak, ister sağırın olsun, ister duyanın, görünüşte birdir; arada bir fark yoktur. O da kulak, bu da; fakat duyanın kulağında bir duyan var; o gizli, o görünmüyor; demek ki temel, Tanrının lûtfu.

Şu Cuma Ne Hizmette Bulundu Ki…

Tut ki bir beysin, iki tane de kulun var. Biri çok hizmetler ediyor, senin için birçok yolculuklara katlanmış; öbürüyse tembel, kullukta ileri değil. Fakat bir de bakıyoruz ki sen o tembel köleyi o hizmeti çok köleden fazla seviyorsun. O çok hizmet eden köleden de geçmiyorsun amma böyle olmuş işte; sevgiye hükmedilemez ki. 

Bu sağ göz, öbürü sol göz; görünüşte ikisi de bir. Peki, acaba o sağ göz ne hizmette bulundu da sol göz olmadı? Sağ el ne iş gördü ki sol, onu görmedi? Sağ ayak da böyle. Sağ göz, lûtfa uğramış işte.

Böylece Cuma günü, başka günlere üstün olmuş. 

“Gerçekten de Tanrı’nın verdiği rızklardan başka rızkları da vardır; onlar Levh’e yazılmıştır; onları Cuma günü isteyin.” 

Şimdi şu Cuma, ne hizmette bulundu ki başka günler, o hizmeti etmediler. Fakat Tanrı, ona lûtfetmiş; bu yücelik ona nasib olmuş.

Kasîde:

“Sevgili, gönlümde yalnız sen varsın, senden başkası benim için kerpiç gibi, taş gibidir, kaya gibidir.

Dünyada her âşık, kendine bir güzel seçmiştir. Ona gönül vermiştir. Ama biz zaten dünyada senden başka bir güzel göremiyoruz.

Ey can; eğer senden başka bir ay yüzlü olsaydı, onu gözümüz görmezdi. Senden başkasını da biz kıskanmayız.

Ey insanlar; tek ondan, onun güzelliğinden bahsetmeyin de, ondan başka dünyadaki bütün güzeller sizin olsun gözüm yok.

Güzeller güzelini, pek büyük ve eşsiz varlığı mânen hisseden kişi gelip geçici güzelliği bulunan, fânî olan güzellere nasıl olur da gönül verir?

Allah’ın lûtfunu ümit eden kişi, o lûtuftan başka hiçbir şeye gönül bağlamaz.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 46

Ahiret Ahvâli…

Ekmeleddin dedi ki: Mevlâna’ya âşığım; yalnız onun yüzünü görmek istiyorum; ahiret hiç aklıma gelmiyor zâti. Bu düşünceler, bu kuruntular olmaksızın yalnız Mevlâna ile uzlaşmışım, onun cemâliyle huzura kavuşuyorum; onu görünce, yahut hayâlini düşününce tatlar buluyorum.

Mevlânâ buyurdu ki: Ahiret, Tanrı aklına gelmiyor amma bütün bunlar, bu sevgide gizli, bu sevginin içinde. Halîfenin tapısında güzel bir oyuncu kız çalpara çalıyor, oynuyordu. Halîfe, sanatın ellerinde dedi. Kız, ayaklarımda ey Tanrı Elçisinin halîfesi dedi; ellerimdeki güzellikte ayaklarımın güzelliği de gizli; onun için ellerim güzel. Mürit, ahireti etraflıca hatırlamaz amma şeyhi görmekle ahiret tadını, şeyhten ayrılmakla ahiret korkusunu duyar; bütün ahiret ahvali bunda gizlidir.

Külhancı ve Çırağı…

Ârifin biri dedi ki: Gönlüm ferahlasın diye bir külhana gittim; külhan, bâzı erenlerin kaçıp sığındığı yerdir. Gördüm ki külhancının bir çırağı var. Belini bağlamış, hizmet etmede. Külhancı, şunu yap, bunu et diyor ona. O da çevik bir tarzda dediğini yapıyor. Buyruğu hemencecik yerine getirmesi, külhancının hoşuna gitti de evet dedi, böyle çevik ol. Hep böyle çevik olur, edep gözetirsen yerimi sana veririm; kendi yerime geçiririm seni. Beni bir gülmedir, tuttu, gönlümdeki düğüm çözüldü, ferahladım. Bu dünya başlarının hepsi de kullarına karşı böyledir işte.

Tanrı’nın Sözü…

Söz, benim elimde değil; bu yüzden de incinirim. Çünkü dostlara öğüt vereyim derim, bunu isterim; söz, buyruğuma uymaz. Bu yüzden incinirim işte. Fakat sözüm benden daha yücedir, ben onun buyruğu altındayım; bu yüzden de sevinirim. Çünkü Tanrı’nın söylediği söz nereye varırsa orasını diriltir; pek büyük tesirleri görülür. 

“Attığın zaman sen atmadın, Tanrı attı.” 

Tanrı’nın yayından fırlayan oka hiçbir kalkan, hiçbir zırh engel olamaz; bu yüzden sevinirim. Bilgi, tümden insanda olsaydı da bilgisizlik bulunmasaydı insan yanardı, varlığı kalmazdı. Demek ki bilgisizlik de istenmede; şu yüzden istenmede ki varlığın durması onunla. Bilgi de istenmede; şu yüzden istenmede ki Tanrı’yı bilmeye sebep. Demek ki ikisi de birbirine yardımcı.

Kasîde:

“İnsanlık güneşi çok yükseldi. Bu ne tatlılık, bu ne aşk, bu ne mestlik, bu ne kolaylık.

Dünya senin parlak nurun karşısında değersiz kaldı. Adetâ görünmez oldu. Sen nesin? Gönül kapan büyücü müsün? Yoksa güzelliğin definesi mi?

Seni böyle çok hoş ve gönül alıcı bir şekilde çizen kalem, ne güzel kalemdir. Sen herkesin mektubunu yazılmadan okuyorsun.

Sen artık altı cihet çadırından dışarı çık! Çünkü canlarda can kalmadı. Onlara aşktan haber ver, biraz göster!

Ey gönül; padişahlar padişahının doğanı seni avladı. Sen artık kuşların dillerindeki sırrı anlayan bir tercüman oldun.

Tercüman da nedir? Sen şimdi yücelerden yüce bir devlet kuşu oldun. Yüzlerce Süleyman’ın can bakışlarına âfet kesildin.

Ey insanlık güneşi; her seher vakti doğup parlayınca can horozu ötmeğe başlar. ‘Gel!’ der, ‘Can da sensin, cihan da.’

Mâdemki Tebrîzli Şems canıma can kattı, ben şu dünya gül bahçesini bırakarak, canımı aldım, onun gülleri solmayan gül bahçesine götürdüm.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 45

Gerçek Güneş…

Seyyid Burhâneddin güzel söz söylüyor amma sözlerine Senâyî’nin sözlerini çok alıyor dediler. Seyyid buyurdu ki: Bu, şu söze benziyor: Meselâ, güneş güzel amma ışık veriyor demişler. Bunda bir ayıp yok ki. Çünkü Senâyî’nin sözünü nakletmek o sözü göstermek, belirtmektir. Her şeyi güneş gösterir. Neyi görmek istersek güneşin ışığıyla görürüz. Güneşin ışığından maksat, her şeyi göstermesidir zâti. Ancak şu güneş, işe yaramayan şeyleri gösterir. İşe yarayan şeyleri gösteren güneş, güneşin gerçeğidir, gerçek güneştir. Bu güneş, o gerçek güneşin parça buçuğudur, o gerçek güneşin geçici bir şekildir. Artık siz de, parça buçuk aklınız miktarınca şu gönül güneşinden bir ışık elde edin, bilgi ışığını isteyin de baş gözüyle görünemeyen şeyler görünsün size, bilginiz artsın. 

Her ustadan, her dosttan bir şey anlamayı, bir şey bellemeyi umun. Demek, anladık ya, şu görünen güneşten başka bir güneş var ki anlamlar, onunla meydana çıkıyor, gerçekler onunla görünüyor. Şu kaçıp sığındığın, onunla hoşlaştığın parça buçuk bilgi, o büyük bilgiden, o bilginin ışığı. Bu ışık, seni o büyük bilgiye, o asıl güneşe çağırıyor. 

“Onlardır uzaktan seslenilenlerin ta kendileri.” 

Sen bu bilgiyi kendi yanına çekiyorsun. Oysa diyor ki: Ben buraya sığmam; sen de oraya geç varırsın. Benim buraya sığmama imkân yok; senin oraya gelmen de zor. Fakat imkânı olmayanı meydana getirmek mümkün değil; değil amma zoru başarmak mümkün. Zor amma çalış çabala da ulu bilgiye ulaş. Onun buraya sığacağını umma; buna imkân yok.

Bunun gibi hani, zenginler de Tanrı zenginliğini severler de bu sevgiyle pul pul, habbe habbe para biriktirirler; sonunda zenginliğin ışığıyla zengin olmayı isterler. Oysa ki zenginliğin ışığı, onlara der ki: Ben çağırıcıyım, o büyük zenginliğe çağırıyorum sizi. Beni buraya çekmeye kalkışmayın, buraya sığmam ben. Siz bu zenginliğe gelin. 

Hâsılı temel olan sondur. Son iyi olsun. Son iyiliği de şudur hani. Bir ağacın kökü, o can âleminde dikili olsa, dalları budakları, meyveleri başka yerlere sarksa, meyveleri başka yerlere dökülse sonunda o meyveleri toplarlar, o bağa götürürler; çünkü kökü o bağdadır. Fakat tersine olsa bu işi, görünüşte teşbih eder, Tanrı birliğini söyler insan; söyler amma kökü bu âlemdedir; bütün meyvelerini de bu âleme getirirler. Kökü de, dalı budağı da o âlemde olursa bu, nur mudur, nurdur.

Kasîde:

“Bu ne hoş kokudur, ne hoş kokudur? Acaba o gül yanaklı sevgili gül bahçesinden mi geliyor?

İlkbahar gecesi mi, öd ağacı mı; yoksa misk mi, anber mi? Yoksa, Yusuf aleyhisselam acele acele ıtırlar pazarından mı geliyor?

Bu nasıl bir nurdur? Bu nasıl parıltıdır? Bu ay mıdır, güneş midir? Yoksa, yalnızlığı arayan Hakk dostu Muhammed aleyhisselam dağdan, mağaradan mı teşrif buyuruyor?

Selvi boylu sevgili gezmeye çıkınca, dünya gül bahçesi olur; kendini gösterince de, kıyâmet kopar!

Biz, bütün insanlar, duvardaki resimlere benzeriz; bizi resmedenin, bizi yapanın ışığı vurunca o zaman canlanır, uyanmaya başlarız!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 44

Gönül, Azîz Bir Şeydir…

Nasılsın, gönlün hoş mu? Gönül aziz bir şeydir. Ağa benzer. Düzgün, sağlam olmalı ki av tutsun. Gönlü, hatırı hoş olmayan, yırtılmış ağa benzer; bir işe yaramaz. Birisinin hakkında beslenen dostluk da aşırı olmamalı, düşmanlık da. Bunların ikisinden de ağ yırtılır; ortalama gerek. Aşırı olmaması gerek dediğimiz bu dostluk, Tanrı’dan başkasının hakkında. Tanrı hakkındaysa aşırılık düşünülemez bile. Sevgi ne kadar ileri olursa o kadar iyidir. Tanrı’adan başkasına beslenen sevgi aşırı olursa… 

Halk feleğe kapılmıştır, feleğin çarkıysa boyuna döner; halkın hâli de hâlden hâle döner durur. Birisi aşırı sevildi mi, o kişinin boyuna kutlu olmasını, büyük bir hâlde kalmasını ister insan. Bunaysa imkân yoktur. Bu bakımdan adamın hatırı darmadağın olur, canı sıkılır. Düşmanlık da aşırı olursa adam, düşmanının hep kutsuz olmasını, aşağılık olmasını ister. Oysa ki feleğin çarkı döner, onun ahvâli de kimi vakit kutlu olur, kimi vakit kutsuz. Boyuna kutsuz olması da mümkün değildir; bu yüzden yine canı sıkılır. 

Fakat Tanrı sevgisi, bütün âlemde, ateşi kutlu bilenlerde Musa dinine uyanlarda, Hıristiyanlarda, bütün, bütün var olanlarda gizlidir. Kim vardır ki kendisini meydana getireni sevmesin? Sevgi onda gizlidir amma engeller göstermez onu. Engeller kalktı mı, o sevgi de görünür. 

Var olanların da sözü mü olur, yeri midir yâni? Yokluk bile kendisini varlık âlemine getirir umuduyla coşup köpürmededir. Yokluklar, bir mevki elde etmek umuduyla padişahın tapısında saf düzmüş dört kişidir sanki. Her biri, öbüründen utanmada; çünkü onun umusu, öbürünün umudunu kırmada. Evet, yokluklar da var olmak umuduyla saf düzmüşlerdir; her biri, beni var et demede, Tanrı’nın önce kendisini var etmesini dilemededir de birbirlerinden utanırlar âdeta. Şimdi yokluklar böyle olunca var olanlar nasıl olurlar? 

“Hiçbir şey yoktur ki onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söylemesin.” 

Buna şaşılmaz; olmayan her şeyde onu överek noksan sıfatlardan arı olduğunu söyler; asıl şaşılacak şey budur. 

Kâfirlik de, din de… Her ikisi, senin yolunda yelip dururlar; Hem de birdir, ortağı yok diye diye. 

Bu bir evdir ki yapısı gafletten. Cisimlerin, âlemin durması, hep gafletle. Şu büyüyen, gelişen beden de gafletle gelişmiş, yetişmiş. Gaflet küfürdür; din, küfür olmadıkça mümkünü, yok, olamaz. Çünkü din, küfürden vazgeçmektir. Şu hâlde küfür gerek ki terkedilsin. Demek ki ikisi de bir şey; değil mi ki bu, onsuz olmuyor, o da bunsuz olmuyor; birbirinden ayrılmıyorlar demek. Yaratıcıları bir. Bir olmasaydı yaratıcıları, birbirinden ayrılırdı onlar. Madem ki yaratan bir; “Birdir, ortağı yok” demektir.

Beyit:

“Ey gönül! Sen güzelsin, o Hüsrev’in yüzünden büsbütün güzelleş, eğer hoş bir Hüsrev’sen, o güzel Şirin’in Hüsrev’iysen gerçek aşka düş de Ferhat ol!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 43

Sevgiliyi Anış Güldür, Gül Bahçesidir…

Birisi, Kadı İzzeddin’in selâmı var; boyuna sizi övüyor, dedi.

Mevlâna buyurdu ki: Kim bizi iyilikle anarsa dünyada adı, iyilikle anılsın. Bir kimse, bir kimse hakkında iyi söylerse o hayır, o iyilik, kendisinedir, gerçekte kendisini övüyor demektir. 

Bu, şuna benzer: Birisi, evinin çevresine güller, fesleğenler eker; evinin bahçesini güllük gülüstanlık yapar. Ne vakit bakarsa gül görür, fesleğen görür, boyuna cennettedir. İnsan, insanların hayrını söylemeyi huy edinirse birisinin hakkında hayırlı sözler söylemeye koyulur; o da onun sevgilisi olur; onu andı mı, sevgilisini anmış olur. Sevgiliyi anış güldür, gül bahçesidir, güzel kokudur, esenliktir. Fakat birisinin kötülüğünü söylerse onun nefretini kazanır; o adam da onu andı mı, hayali gözünün önüne geldi mi, yılan, akrep görmüşe, yahut tiken, çöplük görmüşe döner. 

Mâdem ki gece gündüz, güller, gül bahçeleri, İrem bağları görebilirsin, elindedir bu; peki, ne diye tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezer dolaşırsın? Herkesi sev de boyuna güllükte gülüstalıkta yaşa. Herkesi düşman bilirsen düşmanların hayalleri gelir gözünün önüne; gece gündüz tikenliklerde, yılanların bulunduğu yerlerde gezip dolaşırsın âdeta. 

Erenler, herkesi severler, iyi görürler ya; bunu başkaları için yapmazlar, kendileri için bu işe girişmişlerdir; kötü, tiksinilen bir hayal görmemek isterler. Mâdem ki şu dünya da insanları anmaktan, hayallerini görmekten kaçınmaya imkân yok; nefret edilen bir kötülük, yollarını kesmesin diye anışlarının da, hatırlayışlarının da hep sevimli, hep güzel olmasına çalışırlar.

Demek ki halka ne yapıyorsan, halkı nasıl hayırla, şerle anıyorsan hepsi de dönüp sana geliyor. Ulu Tanrı bunun için “Kim bir iyilik ederse kendisinedir o; kim kötülük ederse gene kendisinedir o” buyurur; “Zerre ağırlığınca hayreden hayrını görür; zerre ağırlığınca şer eden şerrini görür” buyurur.

Rubaî:

“Ey Hakk âşıklarının canı! Ay senin aşkınla oynamaya, Zühre def çalmaya koyulmuş! Sanki, sana karşı duyduğumuz sevgiyi, oynayarak, çalarak âleme yayıyorlar! 

Aşk okunun açtığı yaradan, nice bağrı yaralı, nice avlanmış hasta var! Fakat ortada ne ok görünüyor, ne de yay! 

Âşığın kanı gözyaşı olmuş da, gözyaşlarından yeşillikler bitmiş ve yeşilliklere de gül yüzünün aksi vurmuş, her taraf güllük gülistanlık olmuş!”