FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 42

Hâlden Hâle…

İnsanın üç hâli vardır. İlki şudur: Adam, Tanrı çevresinde çizginmez; herkese ibâdette, hizmette bulunur. Kadına, erkeğe, mala mülke, çocuğa, taşa, toprağa ibâdet eder de Tanrı’ya ibâdet etmez. Derken insanda bir bilgi, bir anlayış belirir, Tanrı’dan başkasına hizmet edemez olur. Derken bu hâlde de ileri gittikçe gider; öyle bir hâle gelir ki ne Tanrı’ya tapı kılıyorum diyebilir, ne tapı kılmıyorum diyebilir; bu iki mertebeyi de aşmıştır artık. Bu topluluktan bir ses bile duyulmaz.

Doğuş Vakti ve Batış Vakti…

Önceleri şiir söylerken şiir söylemeye büyük bir istek duyardım; o vakit ki şiirlerimde tesirler vardı. Şimdiyse o istek arıklaştı; battı gitti; fakat yine de şiirlerimde tesirler var. Ulu Tanrı’nın türesi bu; her şeyi doğuş vaktinde geliştirir; onda büyük tesirler yaratır, birçok hikmetler belirtir. Batış vaktinde de aynı geliştirme vardır. 

“Doğunun da Rabbidir, batının da.”

Yâni doğan istekleri de yetiştiren odur, batan istekleri de.

Tanrı’nın Kudret Avucundaki Yay…

İşleri yaratan Tanrı’dır, kul değil. Hayır olsun, şer olsun, kuldan beliren her işi kul, bir kuruntuya uyar, bir şey umar da yapar. Fakat o işteki hikmet, kulun aklına fikrine geldiği kadar değildir. O işte kendisine görünen anlam, kendisine beliren hikmet, elde ettiği fayda, gördüğü, elde ettiği kadardır da o yüzden o işi işlemiştir. Fakat onun tümden bütün faydalarını Tanrı bilir; o işten neler elde edecek, Tanrı bilir onu. 

Meselâ, ahrette sevab elde etmek, iyi bir ad-san ıssı olmak, dünyada da amân bulmak için namaz kılarsın. Fakat o namazın faydası o kadar değildir; vehme sığmayacak kadar yüzbinlerce faydalar elde edeceksin amma faydaları Tanrı bilir de kulu bu işe koyultur. Şimdi insan, Tanrı’nın kudret avucunda bir yaya benzer. Ulu Tanrı, onu işlerde kullanır durur. Gerçekte yapan eden Tanrı’dır; yay değil. Yay bir araçtır, fakat Tanrı’dan haberi yoktur, dünyanın durması için gaflet içindedir. Kimin elindeyim ben diyen, kimin elinde olduğunu bilen yay, ne büyük yaydır.

Rubaî:

“Sevgilim, ayağımı bağlayan sensin. Sevgilim, ben senin mestinim. İster ok olayım, ister yay yüzüğü; ben senin elindeyim, seninim.

Göklere doğru fırlar, yücelirsem, senin yüzünden fırlar, yücelirim. Mest olmuşsam, senin mestinim, alçalırsam senin yüzünden alçalırım. Varsam senin yüzünden var olmuşum.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 41

Söz, Güneşe Benzer…

Birisi, şu beytin anlamını sordu: A kardeş, sen, o düşüncesin ancak; ondan başka neyin varsa kemiktir, kıldır. 

Mevlâna buyurdu ki: Sen şu anlama bak; o düşünce sözü, o özel düşünceye bir işâret. Anlamı genişletmek için düşünce dedik ona; gerçekte o düşünce değil; olsa bile insanların anladıkları bu cinsten düşünce değil. Düşünce sözünden maksadımız buydu. 

İnsan, o anlamı, halkın anlaması için biraz daha aşağılara inerek anlatmak istese insan, konuşan hayvandır der. İster gizli olsun, ister duyulsun, burada söz, düşünce olur; ondan ötesi de hayvan. Demek ki insanın düşünceden ibâret oluşu, öte yanının kemikten, deriden başka bir şey olmayışı doğrudur. 

Söz, güneşe benzer; bütün insanlar onunla ısınır, onunla yaşar. Güneş, boyuna vardır, hazırdır, herkes, her şey, boyuna onun yüzünden sıcaktır; fakat her vakit görünmez. Yaşayanlar da onun yüzünden yaşadıklarını, onunla ısındıklarını bilmezler. Fakat şükür olsun, şikâyet olsun, ister hayır olsun, ister şer, söz söylemeye koyuldular mı, güneş göze görünür. 

Gökyüzündeki güneş gibi hani. Daima ışır durur amma ışığı bir duvarı ışıtmadıkça görünmez. Tıpkı bunun gibi söz güneşinin ışıklarıda boyuna vardır amma, harf, ses vasıtasiyle belirmedikçe görünmez. Çünkü, güneş lâtiftir, hava da lâtiftir. Kesif bir şey gerek ki o kesâfet vasıtasiyle o lâtif nesne göze görünsün, belirsin. 

Meselâ birisine Tanrı sözü hiç yüz göstermemiş, şaşkın bir hâlde donakalmış. Tanrı şöyle etti, böyle buyurdu, böyle yapma dedi dedikleri zaman ısınır o adam, Tanrı’nın letâfetini görür. Amma önce de vardı o ışık; hem de ona vurup duruyordu. Fakat yap-yapma emirleri söylenmedikçe, Tanrı’nın yaratışı, gücü anlatılmadıkça o ışığı göremiyordu. 

Kimi kişiler vardır; güçleri yetmez de bal yiyemezler, arıktırlar, bal ağır gelir onlara; kuvvetlenmeleri için zerde gibi, helva gibi bir yemeğin içinde yiyebilirler. Sonunda kuvvetleri bir hadde varır ki balı, bal olarak da yemeye başlarlar. 

Hâsılı anladık bildik ya, söz, lâtif, daima ışıyan, ışığı hiç kesilmeyen bir güneştir. Fakat sen, güneşi görmek, ondan zevk almak için kesif bir şeye muhtaçsın. Derken iş bir yere varır ki ışıkları, o letâfeti kesif bir vâsıta olmadan da görebilirsin; buna alışırsın, onu seyretmeye koyulursun, güç kuvvet sahibi olursun; o letâfet denizinde şaşılacak renkler, şaşılacak şeyler görür seyredersin.

Beyit:

“Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 40

Küfrün de, İmanın da Ötesinde Bir Âlem Var…

“Fakat sevgi son dereceye vardı mı, 

Dostluk, baştan başa düşmanlık olur.” 

Mevlâna buyurdu ki: Düşmanlık dünyası, dostluk dünyasına göre dardır; çünkü düşmanlık dünyasından kaçarlar da dostluk dünyasına ulaşırlar. Dostluk dünyası da dostluk dünyasını, düşmanlık dünyasını var eden dünyaya göre dardır. Dostluk, düşmanlık, küfür, iman, ikiliğe sebep olur. O âlemse küfrün de ötesindedir, îmanın da… Dostluğun da ötesindedir, düşmanlığın da. Dostluk, ikiliğe sebep oluyor ya, bir âlem var ki orda ikilik yok; tüm birlik o âlem. İnsan oraya vardı mı, dostluktan da çıkar, düşmanlıktan da. Oraya ikilik sığmaz çünkü. İnsan oraya varır da ikilikten çıkar ya; önceden bulunduğu ikilik âlemi, yâni aşk âlemi, dostluk âlemi, şimdi göçtüğü bu âleme göre aşağıdır; bu yüzden o âlemi istemez artık; o âleme düşman kesilir. 

Hani Mansûr, Tanrı’ya aşkı son haddine varınca kendine düşman kesildi, kendini yok etti gitti. Ben Tanrı’yım dedi; yâni ben yok oldum. Tanrı kaldı ancak. Bu söz, gönül alçaklığının son derecesidir, kulluğun sonudur. Yâni o vardır ancak. 

Dâvâya kalkışmak, ululanmak, ona derler ki sen Tanrı’sın, ben kulum dersin de kendi varlığını da ortaya korsun; bu ikiliktir. Odur Tanrı dersen yine ikilik çıkar bu sözden; çünkü ben olmadıkça O’nun olmasına imkân yoktur. Şu hâlde ben Tanrı’yım sözünü Tanrı söyledi; çünkü ondan başka bir varlık kalmamıştı; Mansûr yok olmuştu; o söz, Tanrı’nın sözüydü. 

Hayal âlemi de düşünceler, duyulan şeyler âlemine karşı daha geniştir. Çünkü bütün düşünülen şeyler, hayalden doğar. Fakat hayal âlemi de hayalin kendisinden var olduğu âleme göre dardır. Sözle bu kadar anlaşılır; yoksa anlamın gerçekliğini sözde anlatmaya imkân yoktur; sözle anlaşılmaz o.

Rubaî:

“Bana şarap sun, çoktan beri ben senin güzelliğinin mahmuruyum. Ben eski bir hırkaya bürünmüşüm, ama senin gerçek dostun değil miyim? 

Şu anda mahmurum, sen bana uy! Benim dediğimi yap! Mest olup kendimden geçtikten sonra zaten senin emrindeyim, senin dilediğini yaparım. 

Sen şimdi ‘Ene’l-Hakk’ kadehini doldur! Mansûr şarabından sun! Şu zamanda Mansûr gibi ben senin darağacının altındayım.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 39

Sevgiliyle Sohbet…

Sultan Mahmud’a bir denizaygırı getirmişlerdi. Pek güzeldi, pek hoştu. Bayram günü ona bindi. Bütün halk görmek için damlara çıktı, oturdu, seyre daldı. Bir sarhoş da evinde oturuyordu. Ona da hadi, sen de gel, denizaygırını seyret diye zorla dama çıkarmak istediler. Ben kendi hâlimle oyalanmadayım, istemiyorum, görme sevdâsında değilim dedi amma zora da dayanamadı. Çâresiz kaldı, dama çıktı, kıyıya geldi. Fakat adam akıllı da sarhoştu. Padişah geçerken sarhoş, atın üstünde padişahı görünce bu at neye yarar bence dedi; benim olsaydı çalgıcı çalıp söylerken hemen ona bağışlayıverirdim. Padişah bu sözü duydu. Pek öfkelendi. Tutup hapsetmelerini buyurdu. 

Aradan bir hafta geçince adam, padişaha birini yolladı; ne suçum var, ne yaptım, âlemin padişahı buyursun da ben de bileyim diye suçunu sordu. Padişah, adamı getirmelerini buyurdu. Adam gelince, a birşeye aldırmaz edepsiz, o sözü nasıl söyledin, ne haddin var ki öyle bir lâf söylüyorsun dedi. Adam, ey âlemin padişahı dedi; o sözü ben söylemedim ki. O sırada damda sarhoş bir adamcağız duruyordu. O sözü söyledi gitti. Şimdi ben o adam değilim, aklı fikri başında bir adamım ben. Padişah ona elbise verdi, zindandan çıkardı. 

Bize sarılan, bizim olan, bu şaraptan içip esriyen, nereye giderse gitsin, kiminle oturursa otursun, hangi toplulukta konuşursa konuşsun, gerçekte bizimle oturur, bizim cinsimize katılır. Çünkü yabancılarla görüşüp konuşmak, sevgiliyle sohbet etmedeki güzelliğin, hoşluğun aynasıdır. Kendi cinsinden olmayanlara katılmak, kendi cinsinden olanları sevdirir, kendi cinsinden olanlara katar insanı. 

“Her şey, zıddıyla belirir, meydana çıkar.”

Tanrı râzı olsun Ebû-Bekr-i Sıddıyk, şekere ümmî adını takmıştı; yâni anadan doğma tatlı. Şimdi başka meyveler, biz bu tatlı hale gelinceyedek ne acılar çektik; sen tatlılığı ne bilirsin; acılık zahmetini çekmedin ki diye şekere karşı övünürler.

Rubaî:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi güzel!” 

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 38

Suyun Kokusu, Tadı…

Kimi vakit selâm verirler, selâmlarından duman kokusu gelir. Kimi vakit de selâm verirler, onların selâmından misk kokusu gelir; fakat bunu, can burnu kimde varsa o duyar; duyacak burun gerek. Sonunda pişman olmamak için dostu sınamak gerek. Tanrı töresidir bu: “Önce nefsinden başla.” Nefis de önce kulluk dâvâsına kalkışırsa sınamadan kabul etme kulluğunu. 

Abdest alınacak suyu önce burna götürürler, koklarlar; sonra ağza alırlar, tadarlar, yalnız görmekle yetinmezler. Olabilir ki rengi su rengidir de tadı, kokusu bozulmuştur; bu, suyu bir sınamadır, bozulmuş mu, değil mi? Bu sınamadan sonra yüze vururlar, abdest alırlar o suyla. 

Gönlünde gizlediğin iyi kötü, ne varsa Ulu Tanrı, dışında da gösterir onu. Ağacın kökü ne yerse dalından, yaprağından izi görünür onun.

“Yüzlerinde secde izi var.”

Ulu Tanrının sözüdür gene: “Bir hortum gibi büyüyen burnuna yakında bir damga vuracağız.” Tutalım, gönlündekini herkes anlamıyor, fakat betini benzini ne yapacaksın?

Âşığın Ahvâli…

Birisi, Bir padişahın on tane halayıcığı vardı. Halayıkçağızlar, bizim içimizden en çok kimi seviyor padişah dediler; bunu bilelim, öğrenelim. Padişah, şu yüzük dedi, yarın kimin evinde bulunursa en çok sevdiğim odur. Ertesi gün, o yüzüğün tıpkısı on yüzük yapılmasını buyurdu; yaptılar. Her câriyeciğe bir yüzük verdi, dedi.

Mevlâna buyurdu ki; Soru hâlâ yerinde, bu söz cevap değil, bu sözün onunla bir ilgisi yok. Bu sözü, ya o on câriyecikten biri söylemiştir, yahut başka bir câriye söylemiştir. O câriyeciklerden biri söylediyse o yüzüğün kendisine mahsus olmadığını, her câriyecikte ona benzer bir yüzük olduğunu biliyor demektir, şu hâlde kendisinin bir üstünlüğü yoktur, daha sevgili değildir. Yok, bu sözü o on câriyecikten başkası söylediyse, padişahın asıl has cariyesi odur; sevgilisi odur. 

Birisi dedi ki: Aşığın alçalması, hor bir hâle gelmesi, her şeye dayanması gerek. Bu çeşit vasıfları sayıp dökmeye koyuldu.

Mevlâna buyurdu ki: Âşığın sevgilisi böyle olmasını istiyor mu, istemiyor mi? Sevgili istemiyor da o, kendisini bu hâle sokuyorsa âşık değildir o, kendi dileğinin peşine düşmüştür. Sevgilinin dileğine uymuşsa sevgili de onun bu hâle gelmesini, alçalıp hor hakîr olmasını istemiyorsa nasıl oluyor da alçalıyor, hor hakîr oluyor? Anlaşıldı ya, âşığın ahvâli nasıl olacak, belli değildir; sevgili nasıl isterse öyle olur gider. 

Esenlik ona, İsâ buyurmuştur ki: Şaşarım canlıya; nasıl oluyor da canlıyı yiyor? Zâhir ehli derler ki: İnsan hayvan eti yer ya, maksat bu; çünkü ikisi de canlı. Hayır, bu yanlıştır. Neden mi? Çünkü insan et yer; oysa canlı değildir, cansızdır. Hayvan kesildi mi, hayvanlığı kalmaz ki. Maksadı, şeyhin, müridini neliksiz niteliksiz yiyip bitirmesidir. Ben asıl böyle pek az görülür şeye şaşarım işte.

Beyit:

“Ey güzel aşk! Ben senim, sen de bensin! Hem selsin hem de harman, hem neşesin hem de gam!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 37

İnsanın Anlamı Denizdeki İnci Gibidir…

Birisi, biz, insana âit hâlleri, bir bir bildik, öğrendik; mizâcından, huyundan, ısılığından, soğukluğundan kıl kadar bir şey kalmadı ki bilmeyelim; ancak ondan kalacak olan nedir? Onu bilemedik dedi.

Mevlâna buyurdu ki: Onu sadece sözle bilmek mümkün olsaydı bunca çalışmaya, çeşit çeşit çabalamalara ihtiyaç kalmazdı zâti; hiç kimse de kendisini zahmetlere sokmaz, fedâ etmezdi. 

Mesalâ, birisi denize varır, fakat acı, tuzlu bir sudan, timsahlardan, balıklardan başka bir şey görmez. İnci nerde, der. Gerçekten de inci yok mudur? Vardır amma yalnız denizi görmekle inci görülmez ki. Şimdi yüzbin kere denizin suyunu tas tas ölçüp biçse yine de inciyi bulamaz. Bir dalgıç gerek ki inciye yol bulsun. Hem de her dalgıç değil; çevik, bahtı yâver bir dalgıç gerek. Bu hünerler, bu bilgiler, denizin suyunu tas tas ölçmeye, doldurup dökmeye benzer. 

İnciyi bulmanınsa bir başka yolu vardır. Hünerlerle bezenmiş, mal mülk ıssı, güzel mi, güzel birçok kişi vardır; fakat onlarda o anlam yoktur. Nice kişi de vardır; görünüşü yıkık; görünüşte ne güzelliği var, ne güzel lâf eder, ne yerinde söz söylemeyi bilir, fakat ölümsüz olan o anlam, vardır o kişide. O anlam, öylesine bir anlamdır ki insan onunla yücelmiştir, onunla ululanmıştır; onunla başka yaratıklardan üstündür. Kaplanların, timsahların arslanların, başka yaratıkların da hünerleri vardır, özellikleri vardır; fakat ölümsüz olarak kalacak olan o anlam yoktur onlarda. İnsan, o anlama yol bulursa, kendi üstünlüğünü elde eder; yol bulamazsa o üstünlükten hiçbir fayda elde edemez. 

Bütün bu hünerler, bu bezentiler aynanın arkasına tutulan mücevherlerdir; aynanın yüzünün haberi bile yoktur onlardan. Aynanın yüzüne bakmaya, tertemiz, güzel bir yüz gerek. Yüzü çirkin kişi, aynanın arkasını ister; çünkü aynanın yüzü gammazdır, gördüğünü söyler. Yüzü güzel olan, yüzlerce canla aynanın yüzünü ister, çünkü aynanın yüzü, onun yüzünü gösterir.

Mısır Yusuf’unun bir dostu vardı. Yolculuktan geldi. Yusuf, bana ne armağan getirdin dedi. O adam, sende olmayan nedir ki, neye ihtiyacın var senin? Senden daha güzel kimse yok; bu yüzden sana bir ayna getirdim, her solukta ona bakar, kendi yüzünü görürsün dedi. 

Nedir ki Ulu Tanrı’da olmasın, neye ihtiyacı var onun? Ulu Tanrı tapısına aydın bir gönül götürmek gerek ki o gönülde kendini görsün insan. “Gerçekten de Tanrı, sizin şekillerinize, yaptığınız işlere değil, gönüllerinize bakar.” 

“Öylesine şehirler ki dilediğini bulursun o şehirlerde; yok yok, herşey var; ancak ulu kişiler yok.” 

Bir şehir ki orda güzel yüzlülerden, tatlardan, insanı iştaha getiren, özendiren şeylerden çeşit çeşit bezentilerden ne dilersen bulursun orda; ancak akıllı birini aradın mı, bulamazsın o şehirde. Nolurdu, bunun tersi olsaydı. O şehir insanın varlığıdır. O varlıkta binlerce hüner olsa da o anlam olmasa o şehrin yıkılması daha yeğ.

“Derviş, eski püskü bir hırkaya bürünmüştür ama, koltuğunun altında inci vardır!”

Rubaî:

“Ey ipek kaftanlar giyenen sevgili! Ben senin beline kemer gibi sarıldım. Ey tatlılıklar, lezzetler denizi! Senin aşkından bu beden sedefe dönmüştür. Şu gönül de o sedefin içindeki inci.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 36

Şeyhin Gönlü…

Birisi imamlık ediyordu. “Bedevî Araplar, küfürde, münâfıklıkta pek çetindir” âyetini okudu. Arap beylerinden biri de namazdaydı. İmamın ensesine bir sille asketti. İmam, öbür rik’atte “Araplardan Tanrı’ya, âhiret gününe inanan” âyetini okudu. O Arap, imama, sille ıslah etti seni, dedi. 

Biz de her solukta, gizli âlemden bir sille yemedeyiz. Neye yöneliyorsak bir silleyle ondan uzaklaştırıyor bizi. Yine bir başka şeye yöneliyoruz, yine öyle yapıyor. Dayanamayacağımız şey, yere batmaktır, uzak kalmaktır denmiş.

“Bedenin eklerini kesmek, dosttan ayrılıştan kolaydır.” 

Yere batmaktan maksat, dünyaya dalmak, dünya ehline katılmaktır. Uzak düşmekten maksat da erenlerin gönüllerinden uzak düşmektir.

Hani birisi bir yemek yer, yediği yemek midesinde ekşir; derken onu kusar. Ekşimeseydi, kusmasaydı o yemek, insanın parça buçuğu olacaktı. Şimdi mürid de şeyhin gönlüne girmek için yaltaklanır, hizmet eder. Derken Tanrı korusun, ondan bir iştir, meydana gelir; bu iş şeyhe hoş gelmez, onu gönlünden çıkarır atar; bu mürid, adamın yedikten sonra kustuğu yemeğe döner. O yemek, insanın parça buçuğu olacaktı, ekşimesi yüzünden kusuldu gitti. O mürid de zaman geçecek, şeyh olacaktı, bir kötü hareketi yüzünden şeyhin gönlünden çıktı gitti.

“Aşkın, âleme bir tellâldır, saldı da,

Gönülleri dertlere belâlara uğrattı. 

Derken hepsini de yaktı kül etti; 

Bir yeldir, estirdi; aldırış etmezlik yeliyle,

Hepsini savurdu gitti.”

Din İşi…

Gerçekten de ben, rızkın yolunu yordamını bilmişim. Boş yere habire koşmak huyum değil; boşuna kendimi yormak huyum değil. Gerçekten de gümüş olsun, yiyecek içecek olsun, giyecek olsun, belden aşağı istekler olsun, rızkım neyse, otursam da gelir, beni bulur. Onların peşinde koşmak beni zahmetlere sokar, yorar, horlar. Dayanır da yerimde oturursam zahmetsizce, horlanmadan gelir, bulur beni; çünkü o rızk da beni ister, arar; beni kendisine çeker. Beni kendisine çekmezse o kalkar, gelir bana; hani ben de onu çekemezsem kalkar, ona giderim ya, tıpkı onun gibi. 

Bu sözden maksat şudur: Din işine uğraş da dünya, senin ardından koşsun. O oturmadan maksat, oturup din işine girişmektir. Koşsa bile mâdem ki din işine koşuyor, oturmuş sayılır koşan. Oturmuş bile olsa dünya için oturan, koşuyor sayılır. 

Esenlik ona, Peygamber demiştir ki: “Kim, dertlerini bir dert yaparsa Tanrı, onun öteki dertlerini de giderir.” Kimin on derdi olsa din derdine düştü mü, Ulu Tanrı o dokuz derdi, o çalışmadan düzeltir gider.

“Gece bitti gitti de sözümüzün sonu gelmedi.”

Rubaî:

“Şu dünyada nerede olursa olsun, bir güzel varsa, o gece gündüz kararsızdır. Kendi güzelliğine bir alıcı arar durur. 

Nerede bir ay yüzlü, nerede bir misk kokulu varsa, kendine ağlayıp inleyen bir aşığı müşteri gibi beklemektedir. 

Şu anda şu nefeste ben, onun mestiyim. Başka bir gün şu ter ü taze perdeden sırlarla dolu başka gazeller söylerim.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 35

Şükretmek Panzehirdir…

Şükretmek avlanmaktır, nimeti bağlamaktır. Şükür sesini duydun mu nimetin çoğalmasına hazırlan. 

“Tanrı bir kulu sevdi mi sınar, belâlara uğratır.”

Sabrederse onu seçer, şükrederse de akrânı arasında seçkin bir hâle getirir onu. Kimi kullar vardır, kahrı yüzünden şükrederler. Tanrı’ya; kimi kullar da vardır, lütfu yüzünden şükrederler Tanrı’ya; bunların her biri de hayırlıdır; çünkü şükretmek panzehirdir; kahrı lütfa döndürür. Akıllı, olgun, o kişiye derler ki gizli açık, cefâya şükreder; öylesine bir kişidir o ki Tanrı, seçmiştir onu, maksadı öç almak bile olsa şükürle maksadına ulaşmayı hızlaştırır; çünkü apaçık şikâyetlenmek, içteki şikâyeti azaltmaktır. 

Esenlik ona, Peygamber, “Ben çok güle güle öldüren kişiyim” dedi. Yâni, cefâ eden gülüşüm, onu öldürüştür sanki. Gülüşten maksat, şikâyet yerine şükretmektir.

Şükretmek, nimet memesini emmektir. Meme dolu olsa bile emmezsen süt gelmez. 

Birisi, şükretmemenin sebebi nedir, şükretmeye engel olan ne? diye sordu. 

Şeyh buyurdu ki: Şükre engel olan, ham umut beslemedir. Elde ettiğinden daha çoğunu ummuştu; o ham umut, çok isteğe bağlamıştı onu. Gönlüne koyduğundan daha azını elde etmesi, şükre engel oldu. Onun, kendindeki ayıptan, kendindeki kusurdan da haberi yoktu, ayıptan, kusurdan uzak gördüğü kişideki ayıptan, kusurdan da haberi yoktu. Hâsılı ham umut gütmek, ham meyve yemeye, pişmemiş ekmek yemeye, çiğ et yemeye benzer; elbette bir hastalık belirtir, insanı şükretmekten alıkor. İnsanın, zarar veren bir şey yediğini anlayınca kusması gerek. Ulu Tanrı, onu kusturmak, o bozuk sanıdan kurtarmak için hikmetinden, onu şükretmemeye uğratmıştır ki o tek sayrılık, yüz sayrılık olmasın.

“Dönsünler, vazgeçsinler diye onları iyiliklere, kötülüklere uğrattık.”

Yâni, onları, ummadıkları yerlerden rızklandırdık; bu rızklar, gizli âlemden gelir; gözleri, Tanrı’nın ortakları gibi görünen sebepleri görür, o sebeplerle örtülür. 

Hani Hoca talebesine meyve yeme der. Talebe yer; hoca talebeyi falakaya tutar. Şimdi, meyve yedim de tabanlarıma zarar verdi dersen bu söz doğru olmaz. Kim dilini, Tanrı’ya şirk koşmadan korursa Tanrı da onun canını şirkten korur; işte bu da, buna dayanır.

Az, Tanrı’nın katında çoktur. Hamdle şükür arasındaki fark şudur. Bir nimete şükredersin de meselâ, filânın güzelliğine, yiğitliğine şükrettin diyemezsin; hamd, şükre göre daha geneldir.

Beyit:

“Bülbül gülün kulağına eğildi de birşeyler söyledi. Gizlice ona; ‘Şükret, Allah’ın lütfu, ihsânı asla bizden eksilmesin’ dedi.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 34

Hayır ve Şer…

Ulu Tanrı hayrı da irâde eder, şerri de; fakat ancak hayra râzı olur. Çünkü “Ben gizli bir defineyim; bilinmeyi sevdim, diledim” demiştir. Hiç şüphe yok ki Ulu Tanrı emri de irâde eder, nehyi de. Emir, emredilen kişinin, huy bakımından hoşlanmadığı şeyi yap demektir. A aç, helva ye, şeker ye, denemez aç kişiye. Dense bile bu emir değildir, ağırlamadır. İnsanın yapmak istediği şeye de yapma denir; yapmak istemediği şeye değil. İnsana taş yeme, tiken yeme denmesi doğru olamaz. Dense bile buna nehiy denmez. Hayrı buyurmanın, şerri yapma demenin doğru olması için şerri yapmak isteyen birinin bulunması şarttır. Böylesine birinin varlığını dileyiş de şerri dilemektir; fakat şerre râzı olmaz; olsaydı hayrı buyurmazdı.

Bu, şuna benzer: Hani okutmak isteyen var ya, o, okuyacak öğrenecek kişinin bilgisizliğini istiyor demektir. Çünkü ancak bilgisiz okutulur, bilmeyene öğretilir. Bir şey dilemek, o şeye gerekli olan şeyleri de dilemektir. Fakat okutan, okuyanın bilgisizliğine râzı olamaz; olsaydı öğretmezdi. Hekim de buna benzer; hekimlik yapmayı istedi mi, insanların hastalanmasını istiyor demektir; çünkü hekimliğini göstermesi ancak insanların hastalanmasıyla mümkündür. Fakat insanların hastalanmasına râzı değildir, râzı olsaydı onları tedâvi etmezdi, onlara ilâç vermezdi. Ekmekçi de böyle; kazansın, geçimi yoluna girsin diye insanların acıkmasını ister. Fakat aç kalmalarına da râzı değildir, râzı olsaydı ekmek satmazdı. Kumandanlar da, ordu da böyle; padişahlarına aykırı biri olsun, düşmanlar başkaldırsınlar derler; çünkü böyle olmasa erlikleri de meydana çıkmaz, padişaha olan sevgileri de; padişah da onlara ihtiyâcı olayacağından onları derleyip toplamaz. Fakat isyâna da râzı değildirler; râzı olsalardı karşı durmazlar, savaşmazlardı. 

İnsan da böyledir. Kendi nefsindeki şer işletecek huyları diler; çünkü o, şükredeni, itâatte bulunanı, çekineni sever; bunların, bu huyların kendisinde bulunabilmesi için nefsinde kötülüğün, şer yaptıran huyların da bulunması gerektir. Bir şey dilemek, o şeye gereken şeyleri de dilemektir. İnsan da o kötülükleri diler amma onlara râzı olmaz. Çünkü bunları nefsinden gidermeye çalışır durur. Demek ki o bir yüzden şerri istediğini, bir yüzden de dilemediğini biliyor; düşmansa o diyor, hiçbir yüzden, nasıl olursa olsun, şerri dilemez. Buna imkân yoktur; yâni insan bir şey dilesin de o şeye gerekli olan şeyleri dilemesin, imkân yoktur bunun.

Kasîde:

“Benim canımla senin canın birbirlerine öyle bağlanmışlar ki, bu hâlimizle biz, ister hayır olsun, ister şer, aynı renge boyanalım, birbirimizin aynı olalım! 

Ey şuh, neşeli dilberim; ey rengimin, hâlimin aslı; ey yükümdeki şeker; ey şeker yükümden de tatlı ve güzel dostum! 

Ey vuruşu sağlam ve yerinde; ey nükteli sözleri yarama merhem olan sevgili! Ben, tamamiyle yok olmuşum, kendimden geçmişim de, baştan başa sen kesilmişim.

Ey güzel ay; ey ay yüzlü sevgili! Yüzünü gösterdikçe bizim komşumuz idin! Şimdi evi birleştirdik; komşuluktan çıktık, aynı evde oturuyoruz! 

Sen, şimdi bir padişah gibi saldırışa geç, hücum et de, içerde senden başka ne varsa hepsi yok olup gitsin; ‘Allah çok büyüktür!’ sırrı zuhur etsin!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 33

Tanrı’yı Anış…

Şu namaz, bütün gün kıyâmda, rükûda, secdede durman için konmamış ya; maksat, namazda, sende beliren hâlin, daima sende olmasıdır. Uykuda, uyanıklıkta, bir şey yazarken, bir şey okurken, hâsılı bütün hâllerde Tanrı’yı anıştan ayrılmamalısın ki “Onlar, namazlarını boyuna kılarlar” sırrına eresin, buna erenlere katılasın. Zâti şu söylemek, susmak, yemek, uyumak, öfkelenmek, bağışlamak, gibi bütün hâller, bütün huylar, değirmenin dönüşünden başka bir şey değil. Değirmen de kesin olarak suyla döner. Çünkü susuz sınamıştır kendini o. Peki, şimdi değirmen, bu dönüşü kendinden bilirse bilgisizliğin, hiçbir şeyden haberi olmayışın ta kendisidir bu. Bu dönüş de vardır, meydan da var; çünkü bu dünyanın hâlleridir bunlar. 

Tanrı’ya yalvar, sızlan; a benim Tanrım, şu dönüşten başka, cansal bir dönüş ver bana, onu müyesser et bana; bütün dilekleri veren sensin; senin keremin, rahmetin bütün varlıklara genel olarak sunulmada de. Soluktan soluğa dileklerini Tanrı’ya bildir; boyuna an onu. Çünkü onu anış, can kuşuna güç kuvvettir, kol kanat. O dileğe, bir uğurdan ulaşırsan nur mu, nur olur bu; tam ulaşamazsan Tanrı’yı anmakla azar azar, yavaş yavaş için aydınlanır, dünyadan kesilir gidersin. 

Meselâ bir kuş, göğe doğru uçmak ister; göğe ulaşamasa da soluktan soluğa yeryüzünden uzaklaşır, öbür kuşlardan daha yücelerde uçar. Meselâ bir hokkada misk var, hokkanın ağzı da dar; içine el sığmıyor; miski çıkarmana imkân yok. Bununla beraber elini sürdükçe elin kokmada, burnuna o güzelim koku geliyor, seni hoş bir hâle getiriyor ya. Tanrı’yı anış da böyledir işte. Zâtına erişmesen de ulular ulusu Tanrı’yı anışın tesirleri olur sana; onu anıştan pek büyük faydalar elde edersin.

Rubaî:

“Dağlara çık ve nerede gönlü uyumuş kalmış birisini görürsen, aşkın uyanık bahtının gönlü uykuda olan herkese görüş, biliş lütfedeceğini haber ver, onlara; ‘Gelin gelin!’ diye seslen! 

‘Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nur almadı mı?’ âyetinin nuru öyle bir mumdan gelir ki o mumun nurlarının parıltısı iki dünyaya da sığmaz.”