FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 34

Hayır ve Şer…

Ulu Tanrı hayrı da irâde eder, şerri de; fakat ancak hayra râzı olur. Çünkü “Ben gizli bir defineyim; bilinmeyi sevdim, diledim” demiştir. Hiç şüphe yok ki Ulu Tanrı emri de irâde eder, nehyi de. Emir, emredilen kişinin, huy bakımından hoşlanmadığı şeyi yap demektir. A aç, helva ye, şeker ye, denemez aç kişiye. Dense bile bu emir değildir, ağırlamadır. İnsanın yapmak istediği şeye de yapma denir; yapmak istemediği şeye değil. İnsana taş yeme, tiken yeme denmesi doğru olamaz. Dense bile buna nehiy denmez. Hayrı buyurmanın, şerri yapma demenin doğru olması için şerri yapmak isteyen birinin bulunması şarttır. Böylesine birinin varlığını dileyiş de şerri dilemektir; fakat şerre râzı olmaz; olsaydı hayrı buyurmazdı.

Bu, şuna benzer: Hani okutmak isteyen var ya, o, okuyacak öğrenecek kişinin bilgisizliğini istiyor demektir. Çünkü ancak bilgisiz okutulur, bilmeyene öğretilir. Bir şey dilemek, o şeye gerekli olan şeyleri de dilemektir. Fakat okutan, okuyanın bilgisizliğine râzı olamaz; olsaydı öğretmezdi. Hekim de buna benzer; hekimlik yapmayı istedi mi, insanların hastalanmasını istiyor demektir; çünkü hekimliğini göstermesi ancak insanların hastalanmasıyla mümkündür. Fakat insanların hastalanmasına râzı değildir, râzı olsaydı onları tedâvi etmezdi, onlara ilâç vermezdi. Ekmekçi de böyle; kazansın, geçimi yoluna girsin diye insanların acıkmasını ister. Fakat aç kalmalarına da râzı değildir, râzı olsaydı ekmek satmazdı. Kumandanlar da, ordu da böyle; padişahlarına aykırı biri olsun, düşmanlar başkaldırsınlar derler; çünkü böyle olmasa erlikleri de meydana çıkmaz, padişaha olan sevgileri de; padişah da onlara ihtiyâcı olayacağından onları derleyip toplamaz. Fakat isyâna da râzı değildirler; râzı olsalardı karşı durmazlar, savaşmazlardı. 

İnsan da böyledir. Kendi nefsindeki şer işletecek huyları diler; çünkü o, şükredeni, itâatte bulunanı, çekineni sever; bunların, bu huyların kendisinde bulunabilmesi için nefsinde kötülüğün, şer yaptıran huyların da bulunması gerektir. Bir şey dilemek, o şeye gereken şeyleri de dilemektir. İnsan da o kötülükleri diler amma onlara râzı olmaz. Çünkü bunları nefsinden gidermeye çalışır durur. Demek ki o bir yüzden şerri istediğini, bir yüzden de dilemediğini biliyor; düşmansa o diyor, hiçbir yüzden, nasıl olursa olsun, şerri dilemez. Buna imkân yoktur; yâni insan bir şey dilesin de o şeye gerekli olan şeyleri dilemesin, imkân yoktur bunun.

Kasîde:

“Benim canımla senin canın birbirlerine öyle bağlanmışlar ki, bu hâlimizle biz, ister hayır olsun, ister şer, aynı renge boyanalım, birbirimizin aynı olalım! 

Ey şuh, neşeli dilberim; ey rengimin, hâlimin aslı; ey yükümdeki şeker; ey şeker yükümden de tatlı ve güzel dostum! 

Ey vuruşu sağlam ve yerinde; ey nükteli sözleri yarama merhem olan sevgili! Ben, tamamiyle yok olmuşum, kendimden geçmişim de, baştan başa sen kesilmişim.

Ey güzel ay; ey ay yüzlü sevgili! Yüzünü gösterdikçe bizim komşumuz idin! Şimdi evi birleştirdik; komşuluktan çıktık, aynı evde oturuyoruz! 

Sen, şimdi bir padişah gibi saldırışa geç, hücum et de, içerde senden başka ne varsa hepsi yok olup gitsin; ‘Allah çok büyüktür!’ sırrı zuhur etsin!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 33

Tanrı’yı Anış…

Şu namaz, bütün gün kıyâmda, rükûda, secdede durman için konmamış ya; maksat, namazda, sende beliren hâlin, daima sende olmasıdır. Uykuda, uyanıklıkta, bir şey yazarken, bir şey okurken, hâsılı bütün hâllerde Tanrı’yı anıştan ayrılmamalısın ki “Onlar, namazlarını boyuna kılarlar” sırrına eresin, buna erenlere katılasın. Zâti şu söylemek, susmak, yemek, uyumak, öfkelenmek, bağışlamak, gibi bütün hâller, bütün huylar, değirmenin dönüşünden başka bir şey değil. Değirmen de kesin olarak suyla döner. Çünkü susuz sınamıştır kendini o. Peki, şimdi değirmen, bu dönüşü kendinden bilirse bilgisizliğin, hiçbir şeyden haberi olmayışın ta kendisidir bu. Bu dönüş de vardır, meydan da var; çünkü bu dünyanın hâlleridir bunlar. 

Tanrı’ya yalvar, sızlan; a benim Tanrım, şu dönüşten başka, cansal bir dönüş ver bana, onu müyesser et bana; bütün dilekleri veren sensin; senin keremin, rahmetin bütün varlıklara genel olarak sunulmada de. Soluktan soluğa dileklerini Tanrı’ya bildir; boyuna an onu. Çünkü onu anış, can kuşuna güç kuvvettir, kol kanat. O dileğe, bir uğurdan ulaşırsan nur mu, nur olur bu; tam ulaşamazsan Tanrı’yı anmakla azar azar, yavaş yavaş için aydınlanır, dünyadan kesilir gidersin. 

Meselâ bir kuş, göğe doğru uçmak ister; göğe ulaşamasa da soluktan soluğa yeryüzünden uzaklaşır, öbür kuşlardan daha yücelerde uçar. Meselâ bir hokkada misk var, hokkanın ağzı da dar; içine el sığmıyor; miski çıkarmana imkân yok. Bununla beraber elini sürdükçe elin kokmada, burnuna o güzelim koku geliyor, seni hoş bir hâle getiriyor ya. Tanrı’yı anış da böyledir işte. Zâtına erişmesen de ulular ulusu Tanrı’yı anışın tesirleri olur sana; onu anıştan pek büyük faydalar elde edersin.

Rubaî:

“Dağlara çık ve nerede gönlü uyumuş kalmış birisini görürsen, aşkın uyanık bahtının gönlü uykuda olan herkese görüş, biliş lütfedeceğini haber ver, onlara; ‘Gelin gelin!’ diye seslen! 

‘Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı kimse Rabbinden bir nur almadı mı?’ âyetinin nuru öyle bir mumdan gelir ki o mumun nurlarının parıltısı iki dünyaya da sığmaz.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 32

Tanrı Kılıcı…

Seyf (kılıç), kındadır, görünmez. Seyfeddin ona derler ki din için savaşır. Çabası, tümden Tanrı içindir; doğruyu eğriden ayırır; gerçeği aslı olmayandan ayırdeder. Ancak önce kendisiyle savaşması, önce kendi huylarını güzelliştirmesi gerek. 

“Kendinden başla.” 

Bütün öğütleri önce kendine vermek gerek. İnsan, sen de adamsın, elin ayağın, kulağın, aklın, gözün, ağzın var demeli; peygamberler, erenler, devletler buldular, maksatlarına erdiler; onlar da adamdı; onların da benim gibi kulakları, akılları, dilleri, elleri ayakları vardı. Ne yüzden onlara yol veriyorlar, kapıyı açıyorlar da bana yol vermiyorlar, kapıyı örtüyorlar yüzüme? İnsan, kendi kulağını kendi burmalı, gece gündüz, ne yaptın, elinden ne biçim bir iş çıktı da makbul olmuyorsun, seni kabul etmiyorlar diye kendisiyle savaşmalı da seyfullah olmalı, Tanrı dili kesilmeli. 

Meselâ, on kişi, bir eve gitmek ister. Dokuzu yol bulur, eve girer; biri dışarda kalır, içeri almazlar onu. Kesin olarak bu adam, kendi kendine düşünür, acaba ben ne yaptım ki beni içeriye almadılar; benden edepten dışarı ne meydana geldi diye ağlar, yakarır. İnsanın, suçu kendisine vermesi, kendisini kusurlu görmesi, edepsiz tanıması; bunu bana Tanrı yaptırıyor, ben ne yapayım, onun dileği böyle; dileseydi yol verirdi dememesi gerek. Çünkü bu, bir yolla Tanrı’ya sövmektir, Tanrı’ya kılıç çekmektir. Böyle olursa bu bakımdan Tanrı’ya çekilmiş kılıç olur, Tanrı kılıcı değil. Ulu Tanrı, hısımdan, akrabâdan münezzehtir. 

“Doğurmaz da, doğmamıştır da.” 

Hiçbir kimse, kulluktan başka bir yolla yol bulamaz ona. 

“Tanrı zengindir, sizsiniz yoksullar.” 

Tanrı’ya yol bulan kişiye, onun Tanrı’ya benden daha çok yakınlığı var, benden daha bildik, daha çok ilgisi var Tanrı’yla diyemezsin; mümkünü yok bunun. Ona yakınlık, ancak kullukla olabilir. O, herkese her şeye, genel olarak vericidir. Denizin eteğini incilerle doldurur; tikene gülden elbise giydirir; bir avuç toprağa, garezsiz, geçmişsiz can bağışlar. Kâinatın bütün parça buçuklarının payı vardır nîmetinden.

Tanr’ya karşı yoksulluk göster, ihtiyâcın neyse ondan iste; bu isteyiş hiç mi hiç yitmez.

“Beni çağırın, icâbet edeceğim size.”

Semerkant’taydık. Hârezmşâh Semerkand’ı kuşatmıştı. Asker çekmişti, savaşmadaydı. Oturduğumuz mahallede bir kız vardı, pek güzeldi. Öylesine güzeldi ki o şehirde eşi benzeri yoktu. 

Her solukta duyuyordum, diyordu ki: Tanrım, nasıl revâ görürsün de zâlimlerin ellerine verirsen beni? Biliyorum, hiç revâ görmezsin bunu, sana güvencim var. 

Şehri yağma ettiler, bütün halkı tutsak edip götürdüler. O kadının câriyeciklerini bile tutsak edip götürdüler de ona hiçbir elem erişmedi; o kadar güzel olmakla beraber kimse ona bakmadı bile. 

Bilmelisin ki kim, kendisini Tanrı’ya tapşırırsa zararlardan emîn olur, sağ esen kalır; onun katında hiç kimsenin dileği yitmemiştir zâti.

Rubaî:

“Can kulağın sağır değilse, hakîkatin sesini duyabiliyor isen, dünyaya ait söylenilenleri tersine işit, tersine duy! Yâni, dünya malının mülkünün, yüksek makâmlarının faydasından bahsettikleri zaman, bunları ters duy, faydalı olmadıklarını anla ve mânâ âleminin yararlı olduğunu kabul et! Zaten aşıklar defterinden bir harf bile kâfidir, yeter!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 31

Âlemin Gönlü…

Ovada küçücük bir yaratık vardır. Küçüklüğünden göze görünmez. Fakat bağırdı öttü mü, sesinden anlaşılır. Yaratıklar da dünya ovasına dalmışlardır; senin özünse pek lâtif, gözlere görünmüyor; söz söyle de tanısınlar seni. Sen, bir yere gitmek istedin mi, önce gönlün gider, orasını görür, orasının ahvâlini anlar. Sonra gönül geriye gelir, bedeni çeker götürür. Şimdi bütün bu yaratıklar, peygamberlerle erenlere karşı bedendir; âlemin gönlü peygamberlerle erenlerdir. Önce onlar, o âleme gittiler; insanlıktan, etten deriden sıyrıldılar; aşağıdan yukardan çıktılar; bu âlemi de seyrettiler, o âlemi de. Konaklar aştılar; sonucu, yol nasıl alınır, anladılar. Ondan sonra geldiler; o temelli âleme gelin; bu dünya yıkık bir âlem, geçici bir saray; biz hoş bir yer bulduk, size haber vermedeyiz diye halkı o âleme çağırıyorlar. Artık anlaşıldı ya; gönlüm, herhalde sevgiliyle beraber; konaklar aşmaya ihtiyacı yok; ne yol kesici korkusu var, ne palan, deve ihtiyacı. Bunlarla bağlı olan, yoksul beden.  

Rubâi:

“Gönüle dedim ki: A gönül, bilgisizlikten nasıl bir kişinin tapısından yoksunsun, bilir misin? Gönül bana, a arayan dedi, yanlış söylüyorsun; Ben tapıdayım da sensin başı dönen.”

Nerde olursan ol, ne hâlde bulunursan bulun; sevmeye, âşık olmaya çalış. Sevgi mülkün, ülken oldu mu, boyuna âşık olursun; mezarda da, mahşerde de, cennette de âşık olursun; sonu gelmez ya; boyuna âşık olursun. Mâdemki buğday ektin, kesin olarak buğday biter; ambardaki buğday da o biten buğdaydır. Mecnûn, Leylâ’ya bir mektup yazmak istedi; eline kalemi aldı, şu beyti söyledi: 

“Hayâlin gözümde, adın ağzımda; Anışın gönlümde, nereye yazayım?”

Mâdemki hayâlin gözü durak edinmiş, adın ağızdan gitmiyor; anışın can evinde; peki, mektubu kime yazayım; buralarda dolaşıp duruyorsun sen, dedi de kalemi kırdı, kâğıdı yırttı. Çok kişiler vardır, gönülleri bu sözlerle doludur; fakat söyleyemezler; söylemeye âşık olsalar, söylemek isteseler bile söyleyemezler. Buna şaşılmaz, aşkı da gidermez bu. Zâti temel olan da gönüldür, dilektir, aşktır. 

Rubaî:

“Ağzımda senin ateşinden bir ateş var. O ateşin beni nasıl yandırdığını söyleyemem. Çünkü dilime yüzlerce mühür vurulmuş, bağlanmış. Benim öyle gizli şûlelerim, alevlerim var ki, o şûleler, iki dünyayı da bir lokma eder, yutar.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 30

Gönül Kâbe’si…

Zâhir ehli olanlar, evden maksat Kâ’be’dir; kim oraya sığınırsa zararlardan aman bulur; orda avlanmak haramdır; orda hiç kimseyi incitmek câiz değildir; Ulu Tanrı orasını seçmiştir derler. Bu da doğrudur, güzeldir amma bu, Kur’ân’ın zâhiridir. Gerçeklerse derler ki: Ev, insanın gönlüdür. Yâni Tanrım, gönlümü, nefse ait vesveselerden, nefse âit işlerden boşalt; bozuk, asılsız sevdâlardan, düşüncelerden arıt da orda hiçbir korku kalmasın, emînlik yurdu kesilsin; vahyinin yeri olsun; şeytanlar, kuruntular oraya yol bulamasın. Hani Ulu Tanrı, gökyüzüne şihaplar dikmiştir ya; bunlar, taşlanmış şeytanların, meleklerin sırlarını duymamaları, hiçbir kimsenin, onların hâllerini bilip anlamamaları için onları men’etmeye memurdur; böylece de melekler, bütün zararlardan uzak kalırlar. Yâni, Tanrım, sen de lütuf bekçilerini gönlümüze dik de şeytanların kuruntularını, nefis düzenlerini bizden uzaklaştırsınlar. İşte bu, bâtın ehlinin, gerçeklerin sözüdür. Herkes, kendi yerinde oynar, neredeyse oraya göre lâf eder. Kur’ân, iki yüzlü bir ipek kumaştır; kimisi bu yüzünden faydalanır, kimisi o yüzünden. Her ikisi de doğrudur. Çünkü Ulu Tanrı, iki bölüğün de ondan faydalanmasını diler.

“Gönlümün dizginini, senin eline öylesine verdim ki; pişti mi dersen sen, yandı bile derim ben…”

Her ne söylüyorsak hepsi de örnektir, eşit değil. Örnek başkadır, eşit başka. Ulu Tanrı, kendi ışığını, örnek olarak kandile, erenlerin varlıklarını sırçaya benzetti. Bu, örnek için bir benzetiştir. Onun ışığı, bütün varlık ve mekân âlemine sığmazken sırçaya, kandile nerden sığacak? Ulular ulusu Tanrı ışıklarının doğuları, gönüle nerden sığacak? Fakat onu istedin mi, gönülde bulursun; yalnız bu buluş, gönüle girmesi yolu da değildir. O ışık gönülde değildir amma onu, oradan bulursun. Hani kendini aynada görürsün ya, amma senin şeklin, aynanın içinde değildir; öyleyken aynaya bakınca kendini orda görürsün. Akla sığmaz görünen şeyler var ya; onları bir örnekle söylerlerse akla sığmaz, duygularla duyulur, görülür. Hani birisi gözünü yumdu mu, şaşılacak şeyler görür, duygularla duyulan şekiller seyreder; gözünü açtı mı da bunların hiçbirini görmez desen hiç kimsenin aklı almaz bunu; kimse inanmaz bu söze. Fakat bir örnek getirsen anlaşılır. Şuna benzer bu: Birisi rüyada yüz binlerce şey görür ki uyanıkken onların birini bile göremez. Bir mühendis, içinden bir ev kurmayı geçirir, enini boyunu arşınlar, şeklini düşünür. Bu, birisine akla sığmaz görünebilir; fakat evin plânını kâğıda çizerse göze görünür. Demek ki neliği, niteliği aydın bir hâle getirdi mi, akla sığıyor; akla sığdıktan sonra da evi, düşündüğü gibi yaptı mı, duyguyla da anlaşılıyor; gözle de görülüyor. Anlaşıldı ya artık, bütün akla sığmayan şeyler, örnekle akla sığmada, duygularla anlaşılmada.

Rubaî:

“Ey gönlümüzün içinde gizli resimler yapan, bizi çeşitli hayallere düşüren eşsiz ressam! Senin, aydan başka, daha yüzlerce, binlerce resimlerin var! 

Allah’ım! Sen, bir kapıyı kaparsan yüzlerce kapı açarsın; bir gönlü kırarsan, yüzbinlerce can, yüzbinlerce gönül bağışlarsın! 

Ben, deli oldum; ne söylersem, deliliğimden söylüyorum! Elest dostu, elest âlemi mahremi isen, yürü sen; benim akıl almaz delice sözlerime; ‘Evet, evet!’ de!..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 29

Tanrı’nın Dileği…

Bir yere gitmeyi kuran, bir yolculuğa çıkmaya niyetlenen herkes, oraya varırsam işler başarırım; birçok işlerim kolaylaşır, hâlim düzene girer, dostlar sevinirler, düşmanları yenerim diye akıllıca düşüncelere dalar; gönlüne gelenler bunlardır; Tanrı’nın dileğiyse büsbütün başka bir şeydir. İnsan bunca tedbirlerde bulunur, bunca kuruntular kurar, düşüncelere dalar; bir tanesi olsun, kendi dileğince olmaz; bununla beraber yine de kendi tedbirine dayanır, dilediğini başaracağını sanır. 

“Kul tedbirde bulunur; takdîri bilmez; 

Tanrı takdîri gelip çattı mı, tedbir yok olur gider.” 

Bu, şuna benzer: Birisi rüyâda bir şehirde garip kaldığını, orda bir tek bildiği olmadığını, başıboş dolaşıp durduğunu görür. Ne kimse onu tanır, ne o kimseyi. Pişman olur adam; tasalara dalar, hasretlere düşer de ne diye bu şehre geldim, bir tek dostum yok demeye, elini eline vurmaya, dudağını ısırmaya koyulur. Derken uyanır; bir de bakar ki ne şehir var, ne halk. Anlar bilir ki o tasalanma, o eseflenme, o hasret, faydasızmış; o hâle pişman olur, yiten zamana acır. Fakat bir kere daha uykuya dalınca rasgele kendini yine öyle bir şehirde görür, yine gamlanmaya, hasret çekmeye koyulur, pişman olur o şehre geldiğine; hiç düşünmez, hiç aklına gelmez de demez ki ben uyanıkken gam yediğime pişman olmuştum, bu bir rüyâydı, faydası bile yoktu; şimdi de öyle işte. Tıpkı bunun gibi halk da kuruntusunun, tedbirinin asılsız olduğunu, boşa çıktığını, hiçbir işi dileğince yürümediğini yüzbinlerce kez görmüştür. Fakat Ulu Tanrı, onlara bir unutmadır verir; hepsini unuturlar da kendi dileklerine uyarlar. 

“Gerçekten de Allah, insanla insanın gönlü arasında bir engel olur.”

İbrâhim Edhem, padişahlığı zamanında ava gitmişti; bir ceylânın ardına düşmüş, at sürüyordu. Süre süre ordudan iyice ayrıldı, uzak düştü. Atı da yorgunluktan terlere battı, su içinde kaldı. Yine de çölde at koşturmadaydı. İş, sınırı aşınca ceylân dile geldi; yüzünü geri çevirdi de bunun için yaratılmadın sen, seni bunun için yaratmadılar; yokluktan, beni avlanman için var etmediler seni; tut ki avlandın beni, ne olur bundan dedi. İbrâhim bu sözleri duyunca bir nâra attı, kendini attan yere fırlattı. O ovada bir çobandan başka kimsecikler yoktu. Ona yalvardı yakardı; mücevherlerle bezenmiş padişahlık elbisesini, silahını, atını ona verdi. Bunları al, kepeneğini bana ver, kimseye de bir şey söyleme, hâlimi kimseye açma, dedi. Kepeneği giydi, yola düştü. 

Şimdi onun maksadına bak ki neydi, bir de Tanrı’nın dileği neymiş, bir seyret. O diledi ki ceylânı avlasın; Ulu Tanrı’ysa bir ceylânla onu avladı. Buna bak da bil ki dünyada onun dileği oluyor; dilek onun malı mülkü, maksat ona uymuş.

Beyit:

“Her gazelin arkasından gönlüm söze, lâfa tövbe ediyor; bir daha böyle sözler söylemeyeceğim diyor amma, Allah’ın dileği gönlümün yolunu kesiyor, gönlün tövbesini bozuyor.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 28

Harfsiz, Sessiz Âlem…

Tahsiller eden, tahsile dalan şu kişiler, sanırlar ki buraya kapılırlarsa bilgiyi unuturlar, bilgiden vazgeçerler. Oysa ki buraya gelirlerse bütün bilgileri can kesilir. Bilgilerin hepsi de resimdir, şekildir; canlandılar mı, cansız bir kalıp can bulunca ne olursa o olurlar. Zâti bu bilgilerin temeli ordandır; harfsiz, sessiz âlemden, harf ve ses âlemine göçerler. O âlemdeki söz, harfsizdir, sessizdir. 

“Tanrı, Musa’ya söz söylemiştir, konuşmuştur onunla.” 

Ulu Tanrı Musa’ya söz söylemiştir amma harfle, sesle söz söylememiştir; dille damakla değildir o söz. Çünkü harfe damak gerektir, dudak gerek ki harf, meydana çıksın; yücedir, arîdır dudaktan, ağızdan, damaktan Tanrı. Öyleyse peygamberler, harfsiz, sessiz âlemde konuşurlar Tanrı’yla, duyarlar onun sözünü; öylesine konuşurlar ki şu parça buçuk akıllar, o âleme ulaşamaz, o âlemin izinin tozunu bile bulamaz. Peygamberler, o sözleri harfsiz âlemden, harf alemine getirirler; şu çocuklar için çoçuklaşırlar; hani “Öğretmen olarak gönderildim” sözü var ya, tıpkı öyle işte. Şimdi harf âleminde ses âleminde kalan şu toplum var ya, onlar, bunların hallerine ulaşamazlar amma oradan güç kuvvet elde ederler, büyürler, gelişirler; onunla dincelirler. Çocuk, anasını iyice tanımaz amma onunla dincelir, esenleşir ya; ondan güç kuvvet bulur ya; meyve, daha esenleşir, tatlılaşır, olgunlaşır ya; amma yine de ağaçtan haberi bile yoktur; tıpkı onun gibi bu topluluk da, onu bilmediği, ona ulaşamadığı hâlde o uludan güç kuvvet bulur, yetişir, gelişir. Bütün halk şunu bilir ki aklın harfin, sesin ötesinde birşey, bir büyük âlem var.

Ârifin biri, bir nahîvcinin katına gitmiş, oturmuştu. Nahîvci dedi ki: Söz, şu üç hâlden dışarı olamaz; ya isim olur, ya fiil olur, ya harf. Ârif, elbisesini yırttı da eyvahlar olsun dedi; yirmi yıllık ömrüm de yele gitti, çalışıp çabalamam da. Ben, bu üç hâlden dışarı bir söz vardır umusuyla çalıştım; sense benim umudumu yitirdin gitti. Bu ârif, o sözün anlamına da erişmişti, maksadına da; fakat bu yolla nahîvciyi uyandırmak istiyordu.

Rubaî:

“Ey bülbül! Feryâdına acıdılar, imdâdına koştular. Ben senin feryâdına kul olayım, köle olayım. Sen, gül yüzünden neşelisin. Ben senin ötüşlerinden neşeliyim. O ihsâna nasıl şükredebilirim? 

Aklını başına al da, gül bahçesinden sırlar duy! Harfsiz, sessiz, sedâsız hakîkatler işit! Ey bülbül! O aşk masalını anlayabilirsem, sen de sazına düzen ver, güzel seslerle beni mest et!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 27

Su Üstünde Giden Kâse…

Biz su üstündeki kâseyiz sanki. Suyun üstündeki kâsenin gidişi, kâsenin buyruğuyla, dileğiyle değildir; suyun buyruğuyladır, suyun dileğiyle. 

Birisi, bu herkese göre böyledir; yalnız kimisi suyun üstünde olduğunu bilir, kimisi bilmez, dedi. 

Mevlâna buyurdu ki: Herkese göre olsaydı “İnananın gönlü, Tanrı’nın iki parmağı arasındadır” diye inanan hakkındaki özel hüküm doğru olmazdı. Tanrı, “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti” buyurdu. Bu da herkese göre böyledir denemez. Bütün bilgileri o öğretti amma Kur’ân hakkındaki bu özellik ne? Nitekim “Gökleri ve yeryüzünü yarattı” âyetinde gökle yer, özel olarak anılmada; bu neden? Mâdem ki her şeyi bir uğurdan yarattı; şüphe yok ki bütün kâseler onun gücünün, onun dileğinin denizi üstünde yüzmede; fakat kötü birşeyi o suya katıp söylemek, edepsizlik olur. 

Meselâ, ey pisliği, sesli sessiz yellenmeyi yaratan denmez de ey gökleri yaratan, ey akılları yaratan denir. Öyleyse, genel de olsa bu özellikte bir fayda var. Demek ki birşeye özellik veriş, o şeyi seçiştir; buna delâlet eder. 

Hâsılı su üstünde giden kâseyi su, öylesine götürür ki bütün kâseler o kâseyi seyrederler. Su üstünde giden kâse öylesine gider ki bütün kâseler, yapılışları bakımından ondan kaçarlar, utanırlar; su, onlara kaçmayı ilhâm eder, kaçış gücü verir; onların gönüllerine, Tanrı’m, bizi suya yaklaştırdıkça yaklaşır duâsını ilhâm eder. Genel olarak gören kişi, suya kapılış bakımından ikisi de bir der. O da suyun bu kâseyi ne kadar güzel götürdüğünü, bu götürüşteki güzelliği görseydin bu özel güzelliği sorardın, o genel sıfatı anmazdın bile diye cevap verir. 

Hani birisinin sevgilisi, anlam ve beden bakımından bütün pisliklerle eştir amma âşığın aklına, sevgilim pisliklere eş diye birşey gelmez. Genel sıfat bakımından ikisi de bedendir, ikisinde de parça buçukluk var, altı yön var, ikisi de sonradan meydana gelmiştir, yok olup gidecektir; daha da bu eşit genel sıfatlar ıssıdır. Fakat bu sıfatlar, kesin olarak sevgili hakkında söylenmez, sevgiye sığmaz. Sevgiliyi kim bu genel sıfatlarla anarsa âşık, ona düşman olur, kendisinin şeytanı bilir onu. Fakat sana göre bu sıfatlarla da anılabilir; çünkü genel bir görüşün var; bizdeki özel güzelliği seyredecek kişi değilsin sen; seninle bahse girişmeye değmez; çünkü bizim bahse girişmemiz, güzellikle karılmıştır.

“Ben de kendimde değilim, sen de kendinde değilsin, şimdi bizi kim eve götürecek? Sana, kaç defa, iki üç kadeh az iç diye söyledim. 

Şehirde de aklı başında kimseleri göremiyorum. Herkes öbüründen beter, deli divâne, öbüründen beter taşkın ve coşkun. 

Sevgili aşk meyhânesine gel de can lezzetini seyret, sevgilinin sohbeti olmadıktan sonra, cana bir hoşluk, bir zevk yoktur.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 26

Ayırdediş Kâbiliyeti…

Bizim sözlerimizin hepsi de yenidir, peşindir; başkalarının sözleriyse nakildir, rivâyettir. Bu nakil, bu rivâyet, yepyeni sözlerin parça buçuğudur. Yepyeni söz, insanın ayağına benzer, nakilse insan ayağı şeklinde tahtadan yapılmış bir kalıptır. O tahta kalıbı şu ayaktan almışlar, onun boyunu enini, bunun boyuna enine uydurmuşlardır. Dünyada ayak olmasaydı bu kalıbı nerden yaparlardı? Şu hâlde kimi sözler yepyenidir, kimi sözler nakil, rivâyet. İkisi de birbirine benzer. Bir ayırdedici gerek ki yeni sözü tanısın da rivâyetten ayırsın; ayırdediş, inanmaktır, küfür de ayırdedemeyiştir. Görmez misin, Firavun’un zamanında Mûsa’nın sopası yılan oldu. Büyücülerin ipleri, sopaları da yılan oldu. Ayırdedemeyen hepsini bir renkte gördü, ayırdedemedi. Ayırdediş kâbiliyeti kimde varsa büyüyü gerçekten o ayırdı da bu ayırdediş yoluyla imana geldi.

Birisi namazda nâra atar, ağlar; namazı bozulur mu, bozulmaz mı? Bu sorunun cevâbı etraflı olmalı. Ona bir başka âlem, duygulardan dışarı bir âlem gösterdilerse, bu yüzden ağladıysa… Şimdi gözden akan suya gözyaşı derler zâti; acaba ne gördü de ağladı? Böyle birşey gördüyse gördüğü de namazdan sayılır, hattâ namazı tamamlar, namazdan maksat odur; o vakit namazı daha doğru, daha olgun olur. Fakat tersine, gördüğü şey dünyaya âitse, dünya için, yâhut yenildiği bir düşmana güttüğü kinden, yâhut onda bunca mal mülk var, bende yok diye birisine hasedinden ağladıysa namazı bozulur gider. Anladık ya, inanmak ayırdetmektir. İnanan gerçekle bâtılın arasını, yepyeni bir sözle nakledilen sözün arasını ayırdeder, bunları seçer, ayırır. Kimde ayırdediş kâbiliyeti yoksa yoksundur o.

Cevap Vermemek De Cevaptır… 

Padişahın biri, birinin üç mektubunu okudu, cevap yazmadı. Adam, üç kez tapıya hâlimi bildirdim; dileğimi kabul mü ettiniz, red mi; lütfen bildirin diye bir mektup daha gönderdi. Padişah, bilmez misin ki cevap vermemek de cevaptır; ahmak kişiye karşı susmak, ona cevap vermektir diye mektup yazdı, yolladı. Ağacın bitmemesi, cevap vermemesidir ki bu da cevaptır. İnsanın her hareketi bir sorudur, gam olsun, neş’e olsun, uğradığı hâl de cevaptır. Güzel bir cevap duyarsa şükretmesi gerekir; şükür de yine o çeşit soru sormasıdır; çünkü o soruya bu cevabı aldı. Kötü bir cevap duyarsa tez tövbe etmesi, artık o çeşit soru sormaması gerekir. 

“Onlara azâbımız geldiği zaman yalvarıp yakarmaları gerekti; o vakit bile aldırış etmediler; gönülleri katılaştı.” 

Yâni, anlamadılar ki cevap, sorularına uygundur. 

“Şeytan, yaptıkları işleri bezedi, güzel gösterdi onlara.” 

Yâni sorularının cevabını duydular da bu kötü cevap o soruya lâyık değil dediler. Bilmediler ki duman odundandır, ateşten değil. Odun ne kadar kuru olursa dumanı o kadar az olur. Bir gül bahçesini bir bostancıya versen, sonra da o bahçeden pis bir koku gelse gül bahçesini kınama, bostancıyı kına.

Beyit:

“Potaya girdin de sızırıldın mı; altın mısın, yoksa altın suyuna batmış bakır mısın, pota söyler sana.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 25

Himmet, Söz ve Can Namazı…

Birisi, bizi himmetle an, temel olan himmettir, söz olmazsa varsın, olmasın, zâti söz, parça buçuktur dedi. 

Mevlâna buyurdu ki: Zâti bu himmet, canlar âleminde, bedenler âleminden önce de vardı. Bizi şu bedenler âlemine boş yere getirmediler; böyle birşeyin imkânı yok. Şu hâlde sözde de iş var, söz de faydalar vermede. Kayısının yalnız çekirdeğini yere eksen hiçbir şey bitmez; fakat kabuğuyla ekersen biter. Şu hâlde anladık ya, şeklin de bir işi var. Namaz, içe öze âit birşey; “Gönül huzûru yoksa namaz da yoktur” demişler; fakat şekil bakımından da namaz kılman, rükûa varman, secdeye kapanman gerek; ancak o vakit faydalanırsın, maksadına ulaşırsın. “Onlar, namazlarını daima kılarlar.” Bu, can namazıdır. Şekil namazının vakti vardır, buysa boyuna kılınır durur. Çünkü can, deniz âlemidir, sonu yoktur; bedense kıyıdır, kuruluktur, sınırı vardır, miktârı vardır. Demek ki daimî namaz, ancak canın namazıdır. Canın da rükûu, secdesi vardır amma görünüş bakımından da şu rükûu yerine getirmen, secdeye kapanman gerek. Çünkü anlamın şekle bağlılığı var; ikisi beraber olmazsa fayda vermez; kayısıyı kabuğuyla ekmedikçe bitmediği gibi hani. Şimdilik şekil, anlamın parça buçuğudur diyorsun. Şekil tebaa, gönülse padişah; sonucu bütün bunlar, izâfî adlar. İş böyleyken nasıl bu, onun parça buçuğudur diyebilirsin? Parça buçuk olmadıkça ona nasıl asıl adı verilebilir? Demek ki o, parça buçuk yüzünden asıl oldu. Bu parça buçuk olmasaydı onun adı bile anılmazdı.

Yokluk Yolu…

“Tanrıyla oturup kalkmak isteyen, tasavvuf ehliyle oturup kalksın.” Bu bilgiler, dervişlerin hâllerine karşı oyundur, ömrü yitirmektir. “Dünya ancak oyundur.” İnsan ergenleşince, aklı başına gelip olgunlaşınca oyun oynamaz. Oynasa bile kimse görmesin der, utancından gizli oynar. Şu bilgi, şu dedikodu, dünyanın şu hevesleri, yeldir; insansa toprak. Yel esti de toprağı tozuttu mu, nereye varırsa gözleri rahatsız eder; o yeli yererler, kınarlar ancak. İnsan topraktır amma bir söz duydu mu ağlar, gözyaşları, su gibi akar. “Görürsün ki Tanrıdan gerçek olarak geldiğini bilirler de bu yüzden gözleri yaşlarla dolar taşar.” 

Şimdi, yel yerine toprağa su dökersen, iş, tersine olur; şüphe yok ki sulanan topraktan yeşillikler, fesleyenler, menekşeler, güller biter. Şu yokluk yolu, öylesine bir yoldur ki bu yolda bütün dileklerine kavuşursun. Neyi istiyorsan elbette bu yolda, o şey, gelir çatar sana; ordular bozmak, düşmanlara üst olmak, ülkeler zaptetmek, halkı avucunun içine almak, eşinden dostundan üstün olmak, güzel, yerinde söz söylemek gibi, daha da bunlara benzer her şey.

Mâdemki yokluk yolunu seçtin, bunların hepsi de gelir, ulaşır sana. Başka yolların aksine bu yola kim girdiyse hiç şikâyet etmemiştir. Bu yoldan başka yolu tutan, çalışır çabalar; yüzbinlerce dileğinden birini elde eder; onu da gönlü hoşlanacak, yatışacak kadar değil hani. Çünkü her yolda maksada ulaşmak için sebepler vardır, yollar vardır. Maksat, ancak sebeplerin yoluyla elde edilir. Fakat o yol da uzundur; tehlikelerle, engellerle doludur. Olabilir ya, sebepler, maksada aykırı gelir. Şimdi yokluk âlemine geldin, bu yolda çalıştın ya; Ulu Tanrı sana, öylesine ülkeler verir, öylesine âlemler bağışlar ki vehmine bile getirmemişsindir onları. Önceden dilediğin, istediğin şeylerden utanır da eyvahlar olsun dersin, bunca şeyler varken öyle bayâ şeyi nasıl istemişim ben? 

Fakat Ulu Tanrı der ki: Sen ondan arındın, istemiyorsun, bezdin amma o vakit aklından geçmişti; bizim için vazgeçtin ondan; keremimize son yok; elbette onu vereceğiz sana. 

Nitekim Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, ulaşmadan, tanınmadan, Arapların güzel, yerinde söz söylemelerini görürdü; ben de böyle güzel, böyle yerinde söz söyleyebilsem derdi; bunu isterdi. Gizli âlem ona açılınca Tanrı esriği oldu; o istek, o dilek, tümden soğuk geldi ona. 

Ulu Tanrı buyurdu ki: O dilediğin güzel, yerinde söz söylemeyi verdik sana. Mustafâ, Yârabbi dedi, ne işime yarar benim; vazgeçtim, istemiyorum. Ulu Tanrı buyurdu ki: Gam yeme; hem ona ulaşırsın, hem de hiç aldırış etmezsin ona; sana ziyân vermez o. Ulu Tanrı, ona öylesine bir söz söyleme kabiliyeti verdi ki bütün âlem, onun zamanından bu zamana dek sözlerini anlatmak için çeşit çeşit bu kadar cilt kitaplar düzüp koştu; hâlâ halk, o sözleri anlamaktan âciz kalıyor. 

Ulu Tanrı buyurdu ki: Sahâbe, senin adını, arîlıktan, can-baş korkusundan, hasetçilerden ürktüğünden kulaklara gizlice söylüyorlardı. Büyüklüğünü öylesine yayayım ki dünyanın yedi iklim, dört bucağında yüksek minârelerde, günde beş kere adını yüce, güzel seslerle bağırsınlar, doğuda, batıda tanın. 

Şimdi, kim bu yola kendisini fedâ eder, varlığından geçerse onun dünyaya ait dilekleri de müyesser olur, ahirete âit dilekleri de; hepsini elde eder o; kimse bu yoldan şikâyetlenmemiştir.

Rubaî:

“Kulağım iman kıssasını duydu da mest oldu, kendinden geçti. imanın güzel gözü nerede? Ben onu görmek istiyorum.

Rebab diyor ki: ‘Beklemekten öldüm, güzel rebab çalan Osman’ın elini kucağını, yayını istiyorum!’

Ben de, bir aşk rebabıyım. Aşkım da, rebabın rebabçıya duyduğu aşka benziyor. Ben de Rabbimin lütuf yayını, ihsân mızrabını istiyorum.”