MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 22

HAZRETİ MUHAMMED’İN NÛRU…🌹

Mahmut Efendi: Cenâb-ı Hakk, Âl-i İmrân sûresinin 191. âyetinde, yerin ve göklerin nasıl yaratıldığını düşünmemizi emrediyor. Yerin ve göklerin yaratılmasının sebebi nedir, araştırın diyor. Velîyullah diyor ki, yerin ve göklerin yaratılmasına sebeb, Hazreti Muhammed Efendimizin vücûd-u şerîfleridir. Nitekim bir hadîs-i kudsîde şöyle buyruluyor, “Ey Habîbim, eğer Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.” Burada hitâb, bütün kâinatı temsîlen Hazreti Fahr-i Âlem’edir. O hâlde, âlemin yaratılma sebebi insandır, insanın yaratılma sebebi de Hakk’ın görünme ve bilinmesidir, çünkü Hakk insanda âşikâr olmuştur. O hâlde bizim kendi hakîkatimizi aramamız bir emri ilâhî değil midir?

Hasan Dede: Cenâb-ı Hakk, bu kâinatı Hazreti Muhammed’in yüzü hürmetine yaratmıştır ve “Sen olmasaydın ben bu âlemi yaratmazdım” demiştir. Allah, bu âlemi Kendisinin bilinmesi için, güzelliklerinin dile gelmesi için yaratmıştır. Hazreti Allah’ı da en güzel dile getiren Hazreti Peygamber Efendimiz olmuştur ve bizlere sunduğu her kelâmı bencilce değil tamamen yokluğa bürünerek dile getirmiştir. Onun dilinden zuhûra gelmiş olan bütün güzellikler Yaratıcının sözleridir. Hazreti Muhammed, Akl- ı Küll’dür. Ve Hazreti Ali Efendimiz olsun, Hazreti Mevlâna olsun ve bütün Pîrân Efendilerimiz de Akl-ı Küll idiler. Bunun mânâsı, onların her zerresinden akıl fışkırmaktadır. Çünkü onlar akıllarını Hazreti Muhammed Efendimizin aklıyla büyütmüşlerdir ve söyledikleri her söz bu sebeple bal şerbet gibidir. Onlar her zaman topluma tebessümlü yüzleriyle ve birleyici sözleriyle çıkmışlardır. Ve insanlara bu şekilde örnek olmuşlardır ki, onların sözleriyle akıllarını büyütmüş olan, onları kendilerine rûh etmiş olan kişilerle dünya durdukça anılmaya devam etsinler. Yani sonuç olarak, başta da söylemiş olduğumuz gibi, insan her şeyden üstün bir varlıktır. İnsan demek kâinat demek, kâinat demek insan demektir. Nûrlu bir insanın cemâli Ay’ı andırır. Gözlerindeki ışık çoğaldığı zaman da, o insan Ay’dan Şems hâline döner. Misâl olarak, Yusuf Aleyhisselâm’ın yüzünün nûru o kadar parlaktı ki, gece yürüdüğü yollardaki evlerde oturan insanlar, onun nûru evlerine yansıma yapsın diye pencerelerini açarlardı. 

Hazreti Mevlâna’mız da buyurur der ki: 

“Hazreti Muhammed’in yüzünün nûru nice Yusuf’un nûruna bedeldir.” 

Yani Yusuf Aleyhisselâm’ın yüzündeki o nûr da, Hazreti Muhammed Efendimizin nûrunun ancak bir yansımasıydı. Hazreti Muhammed Efendimiz, bu kâinatın yaratılışına sebep olan nûrdur. O iki cihanın Güneşidir.

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 19/2

DÜNYA BİR MAHPUSHÂNE Mİ?..🌹 

Hasan Dede: İşte bu nedenle bu yol, insanlık yoludur. Saflık ister, temizlik ister, uyanıklık değil.. Biri çok uyanıktır ama, bil ki o gerçekte çok aptaldır. Bir Uyku Dede vardır, türbesi Sümbül Efendi’nin yanındadır. Gözleri hep kapalı tefekkürde dururmuş, halk onun için, bu zât her zaman uykuda, derlermiş. O öyle görünüyor ama, herkesin hâlini dakikada söylermiş. Uykuda görünüyor ama gönül gözü açık, cihanı almış eline her şeyi görüyor. İnsan olandan hiçbir şey gizlenmez. 

Pîrimiz Cenâb-ı Mevlâna buyurur der ki: 

“Ey yolcu, çalış her zerren göz olsun, çalış her zerren kulak olsun.” 

İnsanın her zerresi göz olursa, ondan artık birşey gizlenmez, güneşten de üstündür. İnsanın her zerresi kulak olursa, o da artık her şeyden haberdârdır, her şeyi işitir. Çünkü artık Hakk ile Hakk olmuştur, Hakk’tan da hiçbir şey gizli değildir. Ama malesef toplumun çoğunluğu saflığı bırakmış, dünyayı gönüllerine koymuş, evlâd konulmuş, hanım konulmuş, para konulmuş, mal mülk konulmuş, at araba konulmuş.. sonra da diyor ki, ben bilirim.. Yok öyle şey, sen gönlüne dünyayı koymuşsun, Hakk’ı koymamışsın, gönlünde Hakk’tan başka her şey var, sen hiçbir şey bilemezsin. Zengin görünüyorsun ama aslında fakirsin, kayıplardasın. Gözlerin açık ama, nefsine ait olan şeyleri görüyorsun. Kulakların işitiyor ama, hep nefsine ait olan şeyleri duyuyorsun. Hakk’ın muhabbetine kulağını uzatmıyorsun. Hakk’ın güzelliklerine göz yönlenmemiş. 

Ne güzel diyor yüce Mevlâna: 

“Bu dünya benim yerim değil, burası bir mahpushâne. Ben bir kaç mahpusu kurtarmak için geldim.” 

Bakın demiyor, bütün dünyayı kurtarmaya geldim, ancak üç beş mahpusu kurtarmaya geldim, diyor. Kim kulak verecek, gönül verecek, onlar kurtulacak. 

Bakın Hazreti Mevlâna, bir gece yarısı bir değirmenin yanından geçiyor, bakıyor değirmen nasıl buğdayı değirmen taşının altında eziyor un hâline getiriyor, kaldırıyor ellerini, “Yâ Rab” diyor, “Beni de bir buğday hâline getirdin, dünyayı da bir değirmen taşı yaptın, ezip duruyorsun, benden ne istiyorsun?” 

Allah’tan nidâ geliyor, “Ey benim Efendim! Sen değirmen taşının altındaki buğdayı hangi ışıkla gördün bu gece karanlığında?” 

Hazreti Mevlâna diyor, “Yâ Rab, Ay’ın ışığıyla gördüm.” 

Allah’tan yine bir nidâ geliyor, “Pekâlâ, ışık girmiş değirmen taşının altına, acaba o taş o ışığa bir zarar veriyor mu? Sen de benim ışığımsın, zarar görecek bir varlık varsa, o da nefsindir.” 

Yüce Mevlâna buyurur der ki:

“Beri gel beri, daha beri daha beri,

Ben senim, sen bensin,

Biz bir top inciydik, bir baştık, bir akıldık,

Bu şaşılık niye?

Hiç aydın aydınlıktan kaçar mı?

Gel…”

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…



MERAM’DAN SİLİVRİKAPI’YA HASAN DEDE SOHBETLERİ – 19/1

GÖNLÜ TEMİZLEMEK…🌹

Mahmut Efendi: Hasan Dede, deniyor ki, bir insanın yetişmesi için, zihnindeki o güne kadar olan bütün hafızasını silmesi gereklidir. Bilgi ve alışkanlıklar silinmeli, fakat zihin boş kalınca tekrar çerçöple dolmaya başlar, onun için zihnin boşalırken, diğer yandan mânevî kaynağından kişiliğini görüp, bulması gerekir. İnsanın öz varlığı ortaya çıkarsa, Hazreti Şems’in dediği gibi, “Mevlâna, rûhunun temizliğinden sarhoştu”, Hazreti Mevlâna da bir kasîdesinde buyuruyor ki, “Boş düşüncelerimiz, endişelerimiz bizim mânevî zevkimizin rûhunu, neşemizin boynunu kırmaktadır. Ey Hakk yoluna düşen kişi, gaflet uykusundan uyan. Yâ Rabbi, şu bizim uykuya dalanlarımıza bir davulcu gönder, olup gidenler derler ki, boşyere gamlar yemiş durmuşuz.” Siz bu konuda ne buyurursunuz?

Hasan Dede: Cenâb-ı Mevlâna’mız der ki, selâm olsun üzerine: “Ey oğul, bana evlâd olarak gelmeye kalktığın zaman, temiz bir kağıt gibi gel. O kağıtta hiç bir yazı olmasın. O kağıda ben seni yazacağım.” 

Bu sözlerinde Hazreti Mevlâna şunu demek istiyor, mâdem ki buraya gelmeden önce sıkıntıların üzüntülerin vardı, hiçbir türlü huzur ve neşe bulamadın, namaz kılıyorsun oruç tutuyorsun, ama bu sıkıntı ve hüzünler yine sende tecellî ediyor. Şimdi artık buraya geldiğinde sana şimdiye kadar sıkıntılar vermiş olan o aklını bırakacaksın. Aklını burayla büyütmeye çalışacaksın. Gönlünde mala, mülke, dünyevî her şeye karşı ne sevgi beslemişsen, onları da gönlünden sileceksin. Gönlünü, iç âlemini, kalbini temizleyeceksin ve gönlünü tamamen buraya vereceksin. Kafandaki şimdiye kadar olan bütün boş bilgileri bırakıp, burada sana sunulan bilgilerle kendini yetiştirmeye başladın mı, sen yarınların çok güzel bir insanı olursun. Çünkü bize en büyük ayna Hazreti Şems ile Hazreti Mevlâna’daki buluşmadır. 

Hazreti Şems, Cenâb-ı Mevlâna’ya şöyle seslenmiştir: 

“Bihamdülillah,

Aldı fikrimi Zikrullah.

Küll isen safî, eğer isen sûfî,

Açılır sana bir kapı,

Âyân olur Cemâlullah.

Bu tevhîdden maksat,

Murada ermektir.

Görünen kendi Zât’ıdır,

Sanma gayrullah.

Şems-i Tebriz bunu bilir,

Ehâd kalmaz fenâ bulur,

Bütün bu âlem küllî mahvolur,

Yine bâkî Allah kalır..”

Hazreti Şems, bunları ne zaman dile getirdi, Mevlâna başını secdeye vurdu. Hanımından gönlünü çekti, evlâtlarından gönlünü çekti, ilminden gönlünü çekti, bunların hepsini kendine engel gördü. Bakın ne diyor Hazreti Şems, “Küll isen safî”, ne demektir bu; misâl olarak, mangalda ateş vardır ya, o mangalda bir kıvılcım dahî olmasını istemiyorum, o kıvılcım bile kül hâline gelsin, o kıvılcım kadar bir yere bir muhabbetin olmasın senin, eğer olursa, o bir tek kıvılcım senin varmak istediğin yere ulaşmana engel olur. Artık yeniden doğuyorsun, bundan sonra annen de baban da O senin, peygamberin de O senin, Allah’ın da O senin, Sevgilin de O senin. Yolcu kendini bu şekilde yola koymalı ki varmak istediği o yere ulaşabilsin. Yolcu temizlendiğinde bakacak görecek ki, ne yüzlerle gelecek O… Allah’tır süsleyen bu âlemi, bir bakarsın, girmiş bir hırka içine, sakal da bırakmış gizlemiş kendini; bütün güzellikler, bütün güzel yüzler O’nunla donatılmış, O bir açsa yüzünü yer gök yerinden oynar, Hazreti Şems-i Tebrizî’nin buyurduğu gibi; nîzam bozulur, bütün âlem mahvolur gider…

Kâinatın nûru Hazreti Muhammed Efendimizin, Ehlibeyt Efendilerimizin, yüce Pîrimiz Hüdâvendigâr Mevlâna’mızın, Pîrân Efendilerimizin selâmları, feyizleri ve güzel keremleri, bizleri sevenlerin ve bizleri izleyenlerin üzerine olsun. Allah, sizleri hep güzel günlerde yaşatsın. Sevgiler, Allah’a emânet olun. Huu…


İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 7

Mesnevî-i Şerîf, bütün varlıkların Tanrı’yla bir çeşit yakınlığı bulunduğundan bahseder. Çünkü Tanrı her şeyi yaratan, her şeye rızkını verendir. Bu bakımdan herkesin Tanrı’ya bir çeşit yakınlığı vardır. 

Hazreti Mevlâna, velîlerin Tanrı’ya yakınlığının farkını bizlere şöyle izâh eder: “Yakınlık da çeşit çeşittir. Güneş dağa da vurur, altına da. Fakat güneşin altına öyle bir yakınlığı var ki, söğüdün bundan haberi bile yok! Bu ulular Tanrı aşkının vahyi yakınlığına sahiptirler.

Velîlerle, velîlerin sözleri Musa’nın âsâsı ile İsa’nın ölüyü diriltmek için gösterdiği sihire benzer. Âsâ, görünüşte bir sopadan ibârettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır. İsa’nın sihrindeki harfe, söze bakma. Ondan ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!”

Mürşid-i kâmile imanla bakanların Nuh’un gemisinde olup, tufandan emîn bulunduklarını söyleyen Hazreti Mevlâna yine şöyle buyurur: “Şeyhle beraber olunca kötülüklerden uzaksın, gece gündüz gitmedesin, gemidesin. Gemide uyuduğun hâlde yol almaktasın. Zamanın Peygamberinden ayrılma… Mürşid-i Kâmil, birinin kötülüğünü söylerse bu, Tanrı emriyledir. Kızgınlığa, hevâ ve hevese uymaktan değil! Onun şikayeti islâh etmek içindir.”

“Bazıları, ‘Bize öyle bir er bulmaya, öyle bir ulu kişinin huzuruna varmaya yol yoktur’ diyebilir. Bunu demeyin. Kerîm olan kişilere, hiçbir iş güç değildir. Onu bulan, fakat geç buldum diye düşünen kişiler ise gam yemesin. O ihmâl etmez. Tanrı rahmeti geç erişir ama adamakıllı erişir, seni bir ân bile huzurundan ayırmaz, her ân seninledir.”

Kasîde:

“Ey benim canım! Ey benim ay yüzlü sevgilim! Senden gelen belâ bana candan da tatlıdır. Bu yüzden ben, tatlı canı bıraktım. Varsın senin için yansın, yakılsın. 

Can, seni görünce kendinden utanır. Gönlüm şaşırır, ayağı balçığa saplanır. Benim gönülle alâkam kalmadı. Çünkü o, gönülde yaşamaktadır. Gönül onun yeri yurdu oldu. 

Sen bir güneşsin, gönül ise bir kuyuya düşmüştür. Arada sırada ışığını kuyuya düşür. Çünkü gönül, cana canlar katan aşkınla eriyip gitmededir. 

Ben kendimde olunca bakırım. Seninle olunca altın kesilirim. Kendimde olunca taşım, seninle olunca inci hâline gelirim. Senin kaftanını giymek ümidi ile aşka düşmüşüm, kemer bağlamışım. 

Ey ay yüzlüm! Dökülsem de sana muhtâcım, bitsem de sana muhtâcım. Senin kehribârının aşkı ile saman çöpü gibi uçar giderim.

Ey güzel yurdum Tebriz! Şemseddin yüzünden hayhuya düştüm. Ben senin buluşma Kâbe’ne ‘Lebbeyk’ diye diye geliyorum.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 6

Hazreti Mevlâna, mürşid-i kâmile teslim olduktan sonra ondan doğan işlere sabırla bakmamızı ister ve der ki: “Hızır’ın yaptığı işlere sabret ki Hızır ‘Hadi git, ayrılık geldi’ demesin. Gemiyi kırarsa ses çıkarma, çocuğu öldürürse saçını başını yolma. Mademki Hakk, onun eline ‘kendi elimdir’ dedi; şu hâlde Tanrı eli onu öldürse de yine diriltir. Hatta diriltmek nedir ki? Ona ebedî hayat verir.

Velîlerin huzurundan uzaklaşırsan hakîkatte Tanrı’dan uzaklaşırsın diyen Hazreti Mevlâna, bir velînin gönlünün kırılması yüzünden nefse uyanların önüne bir perde çekildiğini söyler ve Mesnevî-i Şerîf’de bu mânâları daha fazla açar: “Nefsi, Pîrin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. O nefs öldürenin eteğine sımsıkı sarıl. Baş kesmek nedir? Dünyada nefsi öldürmek, nefsin dileklerini terk etmek. Nefsin dileğini terk etmekten maksat, öldürülmekten kurtulsun diye akrebin iğnesinin çıkarılmasına benzer.”

Bir mürşid-i kâmilin eteğini sıkıca tutmak, onun bizi kendisine çekmesinden, onun bizi dileyişinden meydana gelir. Çünkü hakîkatte elimizi tutan, yükümüzü yüklenen odur. 

Hazreti Mevlâna şöyle buyurur: “Gönül, seninle nurlanan yere, belâlardan sana siper olanların meclisine git! Sana canlarında yer verenlerin, seni şarapla dopdolu bir kadeh hâline getirenlerin yanına git! Sana sövse bile öyle bir kişinin sövmesi, sapıkların övmesinden iyidir.”

Hazreti Mevlâna, insan yaşamında kâmil insanın hakîkatine o derece önem verir ki: “Nerde bir çıplak, bir yoksul görürsenin, bilin ki bir kâmilden kaçmıştır” buyurur. Eğer üstâdının dileğine uysaydı kendisini bezer, akrabalarını bile donatır, yardımcı olur, böyle çıplak ve yoksul kalmazdı. Dünyada kim üstâdından kaçarsa, devletten kaçar; bunu böyle bilin.”

Kasîde:

“Bana şarap gerekmez, ben şarabın durusundan da, tortusundan da vazgeçtim. Ben kendi kanıma susamışım, nefsle savaş zamanı geldi. 

Keskin kılıcı kınından çek! Haset edenlerin kanlarını dök, tâ ki bedensiz baş kendi bedeni etrafında çırpınarak dönüp dursun! 

İnsan kellelerinden dağ yap! Dökülen kanımızdan deniz meydana getir, tâ ki toprak ve kum, akan kan damlalarını içsin! 

Ey gönlümden haberdâr olan! Yürü git, ağzımı tutma, yoksa gönlüm yarılır da yarığından kan fışkırır. 

Bırak söyleyeyim, sözümden belki kavga çıkar ama kavgaya kulak verme, hiç aldırış etme. Bizim saltanâtımız ve kahrımız insanlar tarafından meydana gelmez. 

Ateşin gönlüne atılırım, ateşine sevine sevine lokma olurum. Kibrit gibi olan canın göbeğini neyin üstünde kestiler biliyor musunuz? 

Ateş bizim oğlumuzdur ve kanımıza susamıştır. Bizim bağımızla bağlanmıştır. Aramızda ayrılık olmaması için, her ikimiz beraber bulunuruz. 

Ateş oduna der ki: ‘Git, sen siyahsın, ben beyazım.’ Odun da der ki: ‘Sen yanmışsın, ben yanmamışım, kurtulmuşum.’

Ne bu tarafta, ne de o tarafta yüz bulamaz. O da iki karanlık arasındaki siyahta gizlenir kalır. 

O anka gibi bütün kuşları geçmiştir. Göklere yol bulamadı da o zavallı, Kaf dağında kaldı. 

Ey fitne, karışıklık arayan, haydi kalk! Sendeki o idrâk testisini taşa vur kır, tâ ki hakîkat nehrinin suyunu onunla çekemezsin, taşıyamazsın. Senin kusurunu söyleyeyim. 

Bedenleri toprak altında uyuyan, toprağı bedenlerine yorgan edinen temiz ruhlar gibi artık biz de susalım.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 5

Hazreti Mevlâna, Mesnevî’de, Hazreti Muhammed ve Hazreti Ali arasındaki bir konuşmayı şöyle anlatır:

“Peygamber, Ali’ye dedi ki: Yâ Ali, Tanrı arslanısın, korkusuzsun, kuvvetlisin, yüreklisin. Fakat arslanlığına dayanma, güvenme. Hiç kimsenin rivâyetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı bir kişinin gölgesine gir. O, ümit ağacı gibidir.

Öyle bir ağacın gölgesine sığın! Bu akıllı kişinin gölgesi yeryüzünde Kafdağı’na benzer. Ruhu ise çok yücelerde uçan Zümrüd ü Ankâ gibidir. Kıyâmete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşün sonu gelmez.

Güneş, insan görünümüne bürünerek yüzünü örtmüştür. İnsan kıyafetinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Tanrı daha iyi bilir.

Hazreti Mevlâna, kendini bilen, Tanrı’ya ulaşmış bir kişi ile dostluk etmeyi, böyle bir kişiye yakınlaşmayı bir ibâdet sayar. Hattâ bütün ibâdetler içinde en büyük ibâdetin bir mürşid-i kâmile teslim olmak olduğunu söyler.

Hazreti Ali’ye der ki: “Yâ Ali! Sen, Tanrı yolundaki bütün ibâdetler içinde Tanrı’ya ulaşmış kişinin gölgesine ulaşmayı seç. Herkes bir çeşit ibâdete sarılmıştır. Herkes kendisi için bir kurtulma çaresine yapışmıştır. Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan ancak böyle kurtulabilirsin. Bu, senin için bütün ibâdetlerden daha iyidir. Böylece yolda ilerlemiş olanların hepsinin geçer, hepsinden ileri olursun.

Bir Pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol; Musa gibi, Hızır’ın hükmüne girip, yürü…”

Kasîde:

“Ey Yusuf, gözleri görmeyen Yakub’a gel. Ey gözlerde gizlenmiş olan İsa, sen de şu gökkubbenin üstünden bir görün… 

Ayrılıktan ötürü gündüz karardı, gece gibi oldu. Gönlüm yay gibi idi, inceldi ok gibi oldu. Dertli Yakub ihtiyarladı, ey genç Yusuf artık gel!

Ey İmran oğlu Musa! Senin Hakk’a yalvarman için, ne Tûr-i Sîna’lar var! İsrailoğulları buzağıya tapıyorlar. Artık Tûr-i Sîna’dan dön!… Bizi kurtarmaya gel! 

Benzim safran gibi sarardı. Boynum büküldü, çene düştü. Beden mezarında sıkıştım kaldım. Ey ruhu darlıktan kurtaran, rahata kavuşturan! Gel, beni benden, beni bedenden kurtar! 

Hazreti Muhammed’i gözleyen gözüm, gamınla sana müştâkım diyor. ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ âyetinin sırrı, gel de o dağınık saçlar arasından yüzünü göster!

Sen, öyle büyüksün, öyle büyük bir nur kaynağısın ki, şu güneş senin nuruna karşı sanki akşam kızıllığı, ey bütün dünya padişahlarını geride bırakan azîz varlık, ey Hakk ile gören göz, ey her şeyi bilen gönül! Gel! 

Dünyada mevcut bütün canlar, sana karşı canlıktan çıkıyorlar, beden oluyorlar. Hâlbuki sen, cansın, canlar canısın, cansız beden ne işe yarar? Ben çok eskiden, sana gönül vermiştim. Gel, ey Sevgili gel de şimdi sana canımı da vereyim! 

Ey Sevgili, ilacım de sensin, çarem de sensin. Yüz parça olmuş gönlümün nuru da sensin, çaresiz gönlümde, senden başka ne varsa hepsi yok oldu, beni kimsesiz bırakma! Gel!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 4

Padişahlık kaydından kurtulup Hakk yolunda kendini arayanlar için Âriflerin Menkîbeleri’nden bir hikâye…

Bir gün Muîneddin Pervâne emîrlerle birlikte Mevlâna’nın ziyaretine geldi. Ancak, Mevlâna meydanda yoktu. Bekleme haddi aştı. Fakat Mevlâna hiç görünmedi. 

Pervâne’nin hatırından, ‘Zamanın şeyh ve bilginleri emîrlerin iltifatlarını mumla arıyor ve bunun için ölüyorlar. Mevlâna ise bizden neden kaçıyor’ diye geçti.

Bu sırada Mevlâna birdenbire medresenin toplantı yerinden çıktı ve şu hikâyeyi anlattı: Vezîrler ve devletin ileri gelen adamları, İslâm Sultanı’nın gelmekte olduğunu şeyhe haber vermek için önceden koştular. Şeyh hiç tınmadı. Sultan, adamları ile beraber bahçe kapısına kadar geldi. Şeyhten, Tanrı rızası için kapıya kadar gelmelerini rica ettiler. Şeyh hiç yerinden kımıldamadı. 

Sultan, şeyhin odasının kapısına kadar geldiği vakit, vezîr ileri koşup şeyhe, “Ey din ulusu! Sen, Kur’ân’da ‘Tanrı’ya onun elçisine ve sizden emir sahibi olanlara itaat ediniz’ âyetini okumadın mı? dedi.

Şeyh cevabında, “Tanrı’ya itaat ediniz’e kadar daldık ve baktık ki, daha ‘elçisine itaat ediniz’e bile başlamadık; nerde kaldı ki, emir sahiplerine” diye buyurdu. Bunun üzerine Sultan hemen baş koyup hâlis bir mürid oldu.

Şiir:

“Sema vaktinde, aşk şarkıcısı der ki, ‘Efendilik baş ağrısıdır.’

Aşk ve aşkın mezhebi ve milleti yetmişiki milletten başkadır.

Padişahların tahtı, aşk ve aşıkın tahtı yanında tahtadan bir kerevettir.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 3

Tanrı neden niyâz ister sorusuna cevâben, Sultan Veled Hazretleri, Maarif’inde şöyle der: “İçinde olan düşünceleri hiçbir hile ve tedbirle kendinden uzaklaştıramazsın. Bu ancak Tanrı’nın yardımı ile senden uzaklaşabilir. Bu yüzden iç ile savaşmak büyük bir iştir, dış ile savaşmak küçüktür. Bu bakımdan ibâdetin Tanrı’nın yanında başka bir kadir kıymeti olur.”

Tanrı’nın neden sadece gönlümüze baktığını Hazreti Mevlâna, Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle açıklar: “Çünkü gönül hafiftir, çeviktir; hareketlerinde ve yürüyüşünde yorulmaz. Tenin topallığından, gönlün çevikliğinden ötürüdür ki, Hakk vefâkârlığı tenden değil, gönülden istedi.”

Tanrı’nın bizdeki bu gönül çekişini o güzel Sultan Hazreti Mevlâna, yine Dîvan-ı Kebîr’inde şöyle dile getirir: “Güneşin sıcaklığından suyun yüzü ısınır; sonra güneş, o ısınan kısmı hemen yükseğe çeker. Böyle azar azar hep yükseğe çeker; öyle çeker ki, onun sen ne kadar çektiğinin farkında olmazsın. İşte Kibriyâ’nın parıltısı, duruyu tortudan böyle çalar.”

Hikâye:

İbrahim Edhem, Belh Sultanlığından çekilmeden önce, bu hevesle mallar bağışlıyor, bedenini türlü ibâdetlerle yoruyordu.

“Ne yapayım?” diyordu, “Ne yapmak gerek ki kendimde bir gönül açıklığı bulayım?”

Bir gece taht üzerinde uyumuştu. Fakat içi uyanık, gözleri uykuda idi. Bekçiler davullara tokmaklar vuruyorlar, gürültüler koparıyorlardı. 

İbrahim Edhem kendi kendine dedi ki: “Siz hangi düşmanı uzaklaştırmak istiyorsunuz? Düşman benimle birlikte uyumaktadır. Biz, Allah’ın merhamet nazarlarına muhtaç zavallılarız; sizden ne güvenlik gelebilir? Bize onun lütfu sığınağından başka bir yerde kurtuluş yoktur.”

Gönlü bu düşüncelerle ayaklanmış, başını yastıktan kaldırmış, sonra tekrar yatmıştı.

Ansızın köşkün tavanından sert ayak sesleri, gürültüler işitti. Sanki damda büyük bir kalabalık yürüyüş yapıyordu. Şah, kendinden geçmiş düşündüğü şeyleri unutmuştu. Bağıramıyor, nöbetçileri çağırmaya gücü yetmiyordu. 

Bu arada biri köşkün damından başını aşağı uzattı, “Ey taht üzerinde oturan zât, sen kimsin?” dedi.

İbrahim Edhem cevap verdi: “Ben Şahım, dam üstünde gezen sizler kimsiniz?”

“Biz iki üç sürü deve kaybettik de bu köşkün damında arıyoruz.”

İbrahim Edhem, “Divâne misiniz? Burada deve aranır mı?” dedi.

Adam şöyle cevap verdi: “Allah, Padişah tahtında mı aranır? Sen Allah’ı burada mı arıyorsun?”

İşte o saatten sonra İbrahim Edhem’i kimse göremedi.

Rubâi:

“Ermiş kişiler, varlarını yoklarını yokluk diyârına çekerler de varlık da lütfeder, onları kendine doğru çeker… Nice canlar Yakub gibi daima zehirler tadarlar da sonunda can Yusuf’u onları tutar, şeker diyârına; tatlılıklar, hoşluklar yurduna çeker götürür… Kim aşıkların gözlerinde gözbebeği olursa, o bakış onu alır, insanın özüne doğru çeker götürür.”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 2

Bütün sözleri Tanrı kelâmı olan o güzel Mesnevî’si için Hazreti Mevlâna der ki: “Mesnevî gönülleri aydınlatan, Hakk yolunu gösteren bir çerağdır. Bu kitapta hâlini gören er kişidir.”

Her türlü dünya sıfatından arınmış olan Hakk’la Hakk olmuş Hazreti Mevlâna çocuğunu kaybetmiş olan çaresiz babaya verdiği cevapta, “Tuhaf şey! Çok tuhaf şey! Bütün varlıklar, Allah’ı kaybetmişler, onu hiç aramıyorlar, onun için hiçbir istekte bulunmuyorlar. Ne göğüslerini, ne de başlarını dövüyorlar. Sen de kendi çocuğunun hasretiyle harâb ve rüsvâ oluyorsun. Neden bir ân Hakk’ı aramıyor ve imdat istemiyorsun ki kaybolmuş Yusuf’unu Yakub gibi bulasın!”

İnsanların yitirdikleri en değerli, en lüzumlu varlık Hakk’tı. Ama bundan kimin haberi vardı? Herkes bu dünya evinde bir şeyin ardına düşmüş onu arıyordu. Hâlbuki Mevlâna şöyle diyordu: “Eğer bekâ istiyorsan dünyayı, likâ istiyorsan ukbâyı bırak. Eğer Allah cemâlini istiyorsan, dünyayı da ukbâyı da, kevn ü mekânı da bırak, bize öyle gel.”

Şiir:

“Tanrı yolunun güneşi olan ve nefsini zelîl eden kimseye ne mutlu.”

Yol gösterici yüce Sultan Hazreti Mevlâna’nın uğruna başını verdiği Tanrı güneşi Tebrizli Şems de bakın Makalat’ında bize Hakk’a kavuşma yolunda nasıl bir tavsiyede bulunuyor:

“Tenden geçer de cana erişirsen bir hâdise, yâni sonradan yaratılmış varlığa kavuşmuş olursun. Hakk kadîmdir; başlangıcı olmayan varlıktır. Sonradan yaratılmış onu nasıl anlayabilir? Toprak nerede, her şeyi yaratan ulu Allah nerede?

Sende bulunan kudret ki, sen onunla hareket eder onunla kurtuluşa erersin; candır ama, canı koltuğuna aldığın zaman ne yapmış olursun?

Orası öyle yüce bir saraydır ki, niyâzsızdır; hiç kimseden bir şey beklemez. Ama sen ona niyâz götür ki, niyâzsız olan o dergâh niyâzı sever; sen de o niyâz yüzünden sonradan yaratılmış varlıklar arasından fırlayıp yakayı kurtarırsın. Tanrı’dan sana bir şey erişir. İşte o aşktır. Aşk tuzağı gelir ve seni sarar.”

Kasîde:

“Ey ilkbaharın parlaklığı! Bir şeyler söyle; ey lâle bahçesinin neşesi, söyle! 

Ey bülbül! Ey binlerce aşk masalı okuyan aşık! Baharın güzelliklerinden, vasıflarından bir şeyler söyle! 

Ardıcın ve çınarın üstüne kon da, uzun boylu selvinin salına salına yürüyüşünü, gülün yüzünün güzelliğini anlat! 

Sonbahar geçti gitti. Gül, güzel yüzünü gösterdi. Selvinin üstüne kon da çekinmeden gülü methet! 

Sana ‘Üzümün canı nasıldır?’ diye sorarlarsa yaprağına bakmadan söyle! 

Özrünün kabul edilmesini istiyorsan, sen bize güzel yüzlü çiçeklerden bahset! 

Mest olmuş aşıkları kararsız kılmak istiyorsan, onlara mahmur nergisin gözlerini methet! 

Biz bugün şarap içmek istiyoruz. Haydi ey güzel, sen bize sakî ol, güpe gündüz şarkılar söyle! 

Sarhoşluk geldi; bıkma, usanma gitti. Artık yüz kere söyle, bin kere söyle! 

Ey Hakk ârifî sevaba girmek, Hakk’ın rahmetini kazanmak istiyorsan; bir şeyler söyle! Bize Hakk’tan, hakîkatten, aşktan bahset! 

Ey ârif! Seni bekliyoruz. Çabuk gel, bizi bekletme! Ateşine yakma, hemen söyle!..”

İNSAN-I KÂMİL HAZRETİ MEVLÂNA – 1

Mevlâna, şiirleriyle, sanatıyla, düşünceleriyle bize tasavvuf yolunda en büyük kılavuz olmuştur. Başka sufîler gibi bir köşeye çekilmiş değildir. Hayata ve insanlığa yayılır. Günlük hayatta yaşar. Öyle ki cüzzamlısından düşmüşüne kadar tüm insanları sonsuz şefkatiyle kucaklar.

Âriflerin Menkîbeleri’nde şöyle anlatılır:

Hazreti Mevlâna ve arkadaşları ılıcaya teşrif etmişti. Ilıcaya ulaştıkları vakit Çelebi Emîr Âlim Hazretleri, Mevlâna’nın arkadaşlarıyla yalnız kalması için insanları hamamdan dışarı çıkarmış ve havuzu kırmızı, yeşil elmalarla doldurmuştu. 

Mevlâna Hazretleri içeri girdiği vakit insanların acele ile elbiselerini giydiklerini ve utanarak çıkmakta olduklarını, havuzun da elmalarla dolu olduğunu gördü.

Bunun üzerine, “Ey Emîr Âlim, bu insanların canları elmadan daha mı az kıymetlidir ki, onları dışarı atıp havuzu elmalarla doldurdun. Bütün dünya ve onun içindeki şeyler, insanlar için ve insan da o dem için değil midir? Eğer beni seviyorsan, söyle de hepsi hamama girsinler. Fukarası, zengini, sağlamı ve zayıfı dışarıda kalmasın ki, ben de onlarla birlikte suya girebileyim” diye buyurdu.

Şiir:

“Dünyadan maksat insandır, insandan maksat da o nefestir.”

Sultan’ül-Ulemâ’nın halifêsi ve Mevlâna’nın babasından sonraki mürşidi Seyyid Burhaneddin Hazretleri, yanından ayrılırken Mevlâna’ya, “Sen artık yetiştin oğlum. Eşi benzeri bulunmayan bir bilgin oldun, haydi yürü de insanların ruhunu taze hayat ve ölçülemeyecek bir rahmete boğ. Bu suret âleminin ölülerini, kendi mânâ aşkınla dirilt” diyerek Mevlâna’yı insanları irşâd etmesi için yönlendirmiştir. O yüce Sultan, Tanrı aşığı bir ân olsun çalışmaktan vazgeçmemiş, gece gündüz yolda, bahçede hiç dinlenmeden hem sohbetlerinde, hem de yazılı eserlerinde insanı ve insanın gerçek kimliğini anlatmış, ilâhî aşk sırlarından bahsetmiştir.

Kasîde:

“Sakî şarap getir! Günler pek hoş, pek güzel! Bugün şarap içmek, sohbet otağı kurmak, gönülde aşk ateşini uyandırmak günü! Onu mânen bulmak, ona hayran olmak günü. 

Sakî nazik, şarap lâtif, günler değerli, şerefli günler! Meclis gökyüzü gibi aydınlık, sevgili de ay gibi giizel! 

Ney sesini dinle! Aslında o ses ney’in değildir. Ona üfleyenin duygularının ney’den duyulan nağmeleridir. Sen aşk şarabını içmeye bak! Gam kendi derdine düşmüş, çırpınıp duruyor. 

Bugün tövbeden başka bozulacak birşey yok! Bugün sevgilinin saçından başka dağınık, perişan bir şey yok!

Bütün dünyanın heves ettiği, aşkına kapıldığı o güzel, balçıktan yaratılmıştır. Fakat o, gizli olarak Hakk’ın kudreti, yaratma gücü, sanatı ile süslenmiştir.

Bugün başka türlü bir gün, bugün nerede bir ölü varsa canlanır, dirilir. Bugün kör bile başka bir göze sahip olur. 

Nice beden vardır ki, toprak esiridir, mezarda çürümeğe mahkumdur. Fakat gönlü gökyüzünde emîr nice tohum var ki, toprak altına düşmüş, ondan biten ağaç yücelmiş, boy atmış. 

Gönlü mücevher, inci hazinesi olan bir varlık nasıl olur da kirli toprakta yaşar? Sevgilisini bağrına basmış olan bir kişinin nasıl olur da gönlü daralır, sıkılır?”