FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 24

Dünya Bir Evdir…

İnsanın vehmi, insanın içi, koridora benzer. Gelenler, önce koridora girerler, ondan sonra eve gelirler. Bütün dünya, bir evdir sanki. Bu eve giren, bu dehlize dalan, elbette evde görünecektir. 

Meselâ içinde oturduğumuz şu evin şekli, önce mühendisin gönlünde belirdi, ondan sonra bu ev meydana geldi. Bütün dünya bir evdir dedik ya; vehim, tasarlayış, düşünce, bu evin koridorudur. Koridorda beliren, gözüne görünen şey gerçek olarak bil ki evde de görünecektir. Dünyada beliren, görünen hayır şer, her şey, önce koridorda belirmiştir; ondan sonra burada, dünyada. 

Ulu Tanrı, dünyada görülmemiş, şaşılacak çeşit çeşit renk renk şeyler, bağlar, bahçeler, çayırlar… bilgiler çeşit çeşit kitaplar meydana getirmeyi istedi mi, o isteği, o ihtiyacı önce gönüllere koyar, ondan sonra da onları, bu istekten, bu ihtiyaçtan meydana getirir. Böylece bu dünyada ne görüyorsan bil ki o dünyada var. Meselâ bir nemde ne görüyorsan bil ki denizde de var. Çünkü bu nem, o denizden. Böylece Ulu Tanrı, bu göğü, bu yeri, Arş’ı, Kürsî’yi, başka şaşılacak şeyleri yaratmak dileyince, bunların isteğini, önce gelip geçenlerin gönüllerine verdi; kâinat, bu yüzden meydana geldi.

Mustafâ, Akl-ı Küll…

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, sahâbeyle otururken kâfirler, itirâza başladılar. Buyurdu ki: Hepiniz şunda birleşmişsiniz ki dünyada biri vardır, vahiy ıssı odur, ona vahiy gelmededir; herkese gelmemededir. O kişinin de işinde, sözünde, yüzünde, bütün varlığında bunun izi vardır. Şimdi o izleri gördünüz ya, ona yüz tutun, ona sıkı yapışın da elinizden tutsun sizin. Onlar alt olup bu söze karşılık söz bulamayınca kılıçlarına el atarlardı. Sonra yine gelip sahâbeyi incitirler, döverler, aşağılarlardı. 

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ, dayanın da buyururdu, bize üst oldular, zorla dinlerini yaymak istiyorlar demesinler; Tanrı bu dini yayacak. Sahâbe, zamanlarca gizli namaz kıldılar, Mustafâ’nın adını gizli andılar. Bir zaman sonra, siz de kılıç çekin, savaşın diye buyruk geldi. 

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ’ya anadan doğduğu gibi kalmış, okuma yazma bilmez derler. Yazı yazamadığından, bilgiler ıssı olmadığından demezler; yazısı da, bilgisi de, buyruğu da anadan doğmadır, sonradan kazanılma değil de bu yüzden ümmî derler ona. 

Ayın yüzüne rakamlar yazan, yazı bilmez mi hiç? Dünyada ne var ki bilmesin o; herkes ondan öğreniyor öğrendiğini. Cüz’î akılda ne vardır acaba ki Akl-ı Küll’de olmasın? Cüz’î akıl, birşeyi, yahut ona benzer şeyleri görmeden, kendiliğinden birşey meydana getiremez. Adamlar, işte, kitaplar yazmışlardır, yeni hendese kuralları kurmuşlar, yeni yapılar yapmışlardır; fakat bunlar, yeniden meydana gelmiş şeyler değil. O çeşit şeyleri görmüşler, onlara fazlalıklar eklemişlerdir ancak. Kendiliklerinden yepyeni birşey meydana getirenler, Akl-ı Küll mertebesinde olanlardır. Cüz’î akıl, birşeyi öğrenebilir; bellemeye öğrenmeye muhtaçtır. Akl-ı Küll, öğretmendir, bu ihtiyaç yoktur onda.

Rubaî:

“Sevgili; şarap getir, bahtımı yücelt! O halka halka saçlarınla gönlümü bağla, düğümle!.. 

Hakk âşıklarından esirgenmeyen o şarabı, düşüncelerin, üzüntülerin başına dök! Kendinden geç de, şu kendini beğenmiş gönlü utandır; o, bu utanmayı haketti!..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 23

Kur’ân’ın Kıskançlığı…

Şaşarım şu hâfızlara; nasıl da âriflerden bir koku bile almazlar. Tanrı anlatır da “Uyma çok and içenlerin hiçbirine” der ya; bunu okur; fakat kovucunun da ta kendisidir o. Filânın sözüne kulak asma, o ne derse desin, sana karşı öyledir diye kovuculuk eder. “Ayıp arayan, kovucu, söz getirip götürücüye; hayrı tümden men’edene” diye de yine okur.

Kur’ân, şaşılacak kıskanç bir büyücüdür. Öylesine bir göz bağlar, kulak tıkar ki. Açıkça düşmanın kulağına okur; o da sözüm ona, anlar, fakat hiç haberi olmaz. Yâhut da verir, gerisin geriye alıverir. “Tanrı mühürlemiştir, kapamıştır.” Mühürleyişi, kapayışı, ne de hoş; duyuyor da anlamıyor; okuyor, söylüyor da gene anlamıyor. Tanrı lâtiftir, kahrı da lâtîf, kilitleyişi de lâtîf. Amma kilitleyişi açışı gibi değil; açışının güzelliği tarifsiz, övülmeye bile sığmaz. Bütün organlarımı döküp saçarsam bu, onun sonsuz güzelliğindendir; kilitler açıcılığındaki tattandır; onun neliksiz niteliksiz açıcılığındandır. Sakının, benim için hastalığı kınamayın; ölümü yermeyin. Sayrılık, ölüm, gizlemek için bir sebep; asıl beni öldüren, bu güzelliktir, bu eşsizlik. Ortaya gelen o bıçak, o kılıç, yabancının kem gözü, bu öldürüş alanına değmesin diye yabancıların gözlerini oradan uzaklaştırmak içindir.

Şekilsiz Aşk…

Şekil, aşkın parça buçuğudur; aşksız o şeklin değeri yoktur. Parça buçuk, tümsüz temelsiz olamaz. Tanrı’ya şekil diyemezler; çünkü şekil, parça buçuktur; ona parça buçuk denemez ki. 

Birisi, aşk da şekilsiz düşünülemez, şekilsiz meydana gelemez; şu hâlde şeklin parça buçuğu olmuyor mu? dedi. 

Mevlâna dedi ki: Neden şekilsiz düşünülemesin aşk? Oysa ki şekilleri meydana getiren odur. Yüz binlerce şekil, aşktan kopar; bu şekiller, hem göze görünürler, hem gerçekleşmişlerdir. Şekil, resim, şekli yapandan, ressamdan ayrı değildir; ressam da resimsiz ressam olamaz amma resim, parça buçuktur, ressamsa tümdür, temeldir. 

Hani parmağın, yüzükle oynayışı gibi…Ev sevgisi olmadan mühendis, evin şeklini, evi düşünür mü hiç? Hani buğday bir yıl altın pahasınadır, bir yıl toprak pahasına; şekliyse neyse odur yine. Demek ki buğdayın şeklindeki değer, aşka göre meydana geliyor. Böylece dilediğin, sevdiğin hünerde ne kadar istekliysen sence o kadar değerlidir; ne kadar seviyorsan o kadar yücedir sence. Bir zaman bir hünerin, bir sanâtın dileklisi olmasa o hüneri, o sanâtı hiç öğrenmezler; onun üstüne hiç mi hiç düşmezler. 

Aşk yoksulluktur, bir şeye muhtaç oluştur; demek ki muhtaç oluş, temeldir, kendisine muhtaç olunan şeyse parça buçuktur derler ya; biz, şu sözü söylüyorsun ya deriz, muhtaç olduğundan söylüyorsun; demek bu söz, senin ihtiyacından meydana geldi. Çünkü bu sözü söylemek istedin, o yüzden doğdu bu söz. Şu hâlde muhtaç olmak daha önce geliyor; bu söz de ondan doğuyor; söz yokken de muhtaç oluş var demek; böyle olunca da aşk ve muhtaç oluş, parça buçuk olmaz. 

Birisi, peki, dedi; o muhtaç oluştan maksat, bu sözün söylenişiydi; maksat, nasıl olur da parça buçuk olur? 

Dedi ki: Maksat daima parça buçuktur; ağacın kökünden maksat, ağacın parça buçuğudur, dalıdır, meyvesidir.

Rubaî:

“Ağaçların dalları, yaprakları titrer dururlar ama, gövdeleri ve kökleri titreme korkusundan kurtulmuşlardır! 

Aşk bahçıvanları, kendi gönüllerinden meyveler devşirirler! 

Ey âşığın canı! Zahmetlere katlandığın, gamlar ve kederler içinde çırpındığın için, mânevî zevkler, nevâleler devşir! 

Ey hoca! Sen, zâhid olmaya, bu hususta bilgi edinmeye uğraş! Çünkü sen, aşkı, çalışıp çabalamayla elde edemezsin!

Bundan önce, Tebrizli Şems, bunları söylemişti; ama işitecek kulak nerede?..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 22

Tanrı Işığı…

Hani Mustafâ’dan sonra başkalarına vahiy gelmez artık diye bir sözdür, söylerler ya; neden gelmesin? Gelir; gelir amma vahiy demezler ona; anlamı da şu: “İnanan, Tanrı ışığıyla bakar görür” derler hani. Tanrı ışığıyla bakan, her şeyi görür; önü de görür, sonu da; önünde olmayanı da görür, olanı da. Tanrı ışığından nasıl olur da birşey örtülü kalır? Örtülü kalırsa Tanrı ışığı değildir o. Şu hâlde vahiy demeseler de vahyin anlamı var. 

Tanrı râzı olsun ondan, Osman, halîfe olunca minbere çıktı. Halk, ne diyecek diye bekliyordu. Sustu, hiç söylemedi, halka bakmaya koyuldu. Halka öylesine bir hâl geldi, öylesine vecde daldılar ki dışarı çıkmalarına imkân kalmadı; birbirlerinden, nerde oturduklarından haberleri bile yoktu. Yüz öğütle, yüz hutbeyle bu güzelim hâli elde edemezlerdi. Öyle faydalar elde ettiler, öylesine sırlar açıldı onlara ki bunca ibâdetle, bunca öğütle bunları elde edememişlerdi. Meclisin sonuna dek öylece bakıyordu onlara, hiçbir şey söylemiyordu. Minberden ineceği zaman “İş gören imam, söz söyleyen imamdan daha hayırlıdır size” buyurdu. Çünkü sözden maksat, dinleyene fayda vermek, gönlünü yumuşatmak, huylarını değiştirmektir. Sözden elde ettiklerinin kat kat fazlasını sözsüz elde ettiler. Bu bakımdan buyurduğu söz, gerçeğin ta kendisiydi. 

Şimdi geldik şuna: Kendisine iş gören dedi amma minberdeyken gözle görülebilecek bir iş de yapmadı. Namaz kılmadı, Hacca gitmedi, sadaka vermedi, birşey okumadı, söylemedi; hutbe bile okumadı. Anladık ya artık; iş güç bu görünen iş güç değil yalnız. Şu görünenler, o işin o gücün şekli, o iş güçse bunun canı. 

İşte şimdilik Mustafâ, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, “Sahâbem yıldızlara benzer, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurdu ya; birisi yıldıza bakar, gidilecek yolu gidilmeyecek yoldan ayırdeder, yola düşer. Yıldız, ona söz söyler mi hiç? Ancak yıldıza bakar, yolunu bulur, varacağı yere varır. Böylece Tanrı erenlerine de bakarsın; olabilir ki onlar, sende tasarruf ederler de sözsüz lâfsız, dedisizkodusuz maksadını elde edersin, ulaşma, buluşma durağına götürürler seni. 

“Sevgiyi kolay sanan bir bana baksın; 

Halim anlatır ona; korkutur onu elbet.”

Kasîde:

“Güzel kokular yayan saçlarını dök, sufîlerin canlarını oynatmaya başla! 

Güneş de, ay da, yıldızlar da, gökyüzünde ilâhî aşk ile dönmekte; âdetâ oynamaktadırlar. Üzerinde yaşadığımız dünya da dönmekte, oynamaktadır. Biz bunların ortasındayız. Haydi, şu ortadakileri de oynat! 

Lütfedip şu çalıp çağırışın yok mu, en aşağı bir nağmesi, gökyüzü sufîsini döndürüp oynatmaya başlatır. 

Koşa koşa şarkılar söyleyerek, güzel kokular yayarak gelen, ilkbahar rüzgârı soğuk havaları kovar, dünyayı neşelendirir, güldürür. 

Onun getirdiği sevgi havası ile bir çok yılanlar birbirine yâr olur. Gül dikenle barışır, dost olur. Allah’ın lütfu, ihsânı bahçeyi güllerle, çiçeklerle süsler, ihtişamlı bir padişah hâline getirir. 

Her an bahçeden, elçi gibi bir hoş koku gelir de; ‘Ne duruyorsunuz, ilkbahar geldi, dostları bahçeye çağırın!’ diye seslenir. 

Bahçe, içten içe yürür gider, yol alır da sana der ki: ‘Sen de, içten içe yol al; sen de içine in, in de canına can gelsin!’ 

Zamanı gelince, gonca açılır, selvi ağacına süsenin sırrını söyler. Lâle de söğüt ağacı ile erguvana müjdeli haberler verir. 

Her fidanın sırrı dipten baş verir, yücelir. Göklere doğru yükselen, boy mîrac eden ağaçlar, sanki bahçelerde göklere merdivenler koymuştur. Duygulu insanları mîraca davet etmektedirler.

Kuşlar ve bülbüller dallara konmuşlar da bekçilik ederler. Bu bekçilerin maaşı da Allah’ın gizli hazinesinden verilir. 

Şu yapraklar dillere, meyveler de gönüllere benzerler. Gönüller yüz gösterince diller çözülür de, aşk hakkında anlamlı sözler söylerler.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 21

Mustafâ, “Ben güle güle öldürenim” buyurmuştur…

Ârif kişi hakkında kötü söyleyen, gerçekte iyi söylüyor sayılır. Çünkü ârif, o kınanan huydan zâti kaçar, o huya düşmandır. Şu hâlde o huyu kınayan, ârifin düşmanını kınamada, ârifiyse övmededir; sebebi de şu ki: Ârif, öylesine kınanan kötü huydan kaçmadadır; kötülükten kaçansa övülmeye değer; “Her şey, zıddiyle belirir.” Öyleyse ârif, gerçek olarak bilir de der ki: O adam, benim düşmanım değil, beni kınamıyor. Ben, kutlu, güzel bir bahçeyim, çevremde de duvar var. O duvarın üstünde pislikler var, dikenler var. O bahçeye yolu düşen, bahçeyi görmüyor da o duvarı, o pisliği görüyor, onun kötülüğünü söylüyor. İş böyle olunca bahçe, o adama ne diye kızsın? Bu kötü söz, bahçeye girmek için duvarı aşmaya uğraşan kişiye zarar verir. Demek ki duvarı kınayış, bahçeden uzak kalıyor; kötüleyen, kınayan da kendisini öldürmüş oluyor. 

Tanrı rahmet etsin, esenlik versin, Mustafâ da “Ben güle güle öldürenim” buyurmuştu ya. Yâni benim bir düşmanım yoktur ki kızarak öldüreyim onu demektir bu. Mustafâ, o kâfir, kendi kendini yüz çeşit öldürmesin diye onu bir çeşit öldürür gider de bu yüzden güle güle öldürmüş olur.

Kasîde:

“Ben şu ana kadar sevgiliden ne dertler çektim, ne cefâlar gördüm, ne acılara, ne ıstıraplara katlandım. Onun yüzünden çok belâlara uğradım. Sonunda çekdiğim dertler, cefâlar, belâlar geldiler, gözyaşlarıma karıştılar. Oradan ayrılmaz oldular, orayı vatan edindiler. 

Binlerce ateş, binlerce âh, duman, binlerce gam; bunların adı aşk! Binlerce dert, binlerce cefâ; bunların adı da sevgili! 

Kim kendi canına düşmansa, kendi canına susamışsa, buyursun; işte can verme meydanı burada! Ağlayıp inleyenleri, aşktan şikâyetçi olanları, feryâd edenleri öldürme zamanı geldi. Haydi buraya geliniz! 

Sevgilim yalvarırım sana, bana bak! O güzel bakışın nice yüzlerce cana deger. Ben sevgilinin beni öldürmesinden ne kaçıyorum, ne de korkuyorum. 

Öd ağacı gibi, mum gibi âşığını yakıp yandırmadıktan sonra aşkın ne değeri kalır? Yanmadıkça öd ağacı ile kuru dikenin ne farkı vardır? 

Arslan yüzlerce nâz ettikten, sağda solda oyalandıktan sonra avını avlar. Ona av olma hevesi ile avlar, katar katar koşuşup dururlar.

Kanlar içinde can veren av; ‘Allah için olsun beni bir kere daha öldür!’ diye ağlar durur. 

Aşk uğrunda can verenin, ölenin iki gözü, diri olan kişiye bakar da; ‘Ey akıllara dalmış, buz gibi dona kalmış zavallı! Gel aptalca kulağını kaşıyıp durma, ölümde hayat vardır!’ der.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 20

Erenlerin Virdleri…

Dileyenlerin, gerçek yolcularının virdleri, çabaya, kulluğa koyulmalarıdır. Zamanı, işlere bölmek, her iş için bir zaman ayırmak gerek. Böyle yapan, her işi zamanında yapmayı âdet edinen kişiyi zaman, bir memur gibi o işe çeker, sürükler. 

Meselâ sabahleyin kalkınca ibâdete koyulmak daha iyidir. Nefis daha yatışmıştır, daha esendir, daha arı durudur; herkes, kendisine yaraşan kulluğu, kendi miktarınca yapar, yerine getirir. 

“Gerçekten de biz saf kurmuşuz elbet; gerçekten de biz, noksan sıfatlardan arı olduğunu söyleriz onun.” 

Yüz binlerce saf var; ne kadar daha temiz olursa o kadar ileri geçirirler adamı; ne kadar noksanı varsa o kadar geri safa korlar.

“Onları Tanrı geriye atmıştır; siz de geriye atın.” 

Bu, bir uzun hikâyedir; fakat hiç kaçılamaz bundan. Kim bu uzun hikâyeyi kısaltırsa aziz ömrünü, tatlı canını kısaltmış olur; Tanrı korursa o başka. 

Erenlerin virdlerine gelince; anlayabileceğin kadar söyleyeyim. Şudur onların virdleri… Sabahleyin kutlu canlar, tertemiz melekler, Tanrı’dan başka kimseciklerin bilemediği halk; çünkü Tanrı pek kıskançtır, bu yüzden adlarını bile halktan gizli tutar; evet, bunlar, onlarla dolaşmaya, onlara selâm vermeye gelirler. 

“İnsanların, bölük bölük Tanrı dinine girdiklerini görürsün.” 

Melekler, her kapıdan, onların, tapılarına girerler. Sen onların yanına oturmuşsun; fakat göremezsin onları, duyamazsın o sözleri, o selâmlan, o gülüşleri. Şaşılmaz buna; hasta, ölüme yakın hayaller görür; yanıbaşında oturandan haberi bile yoktur, ne dediğini duymaz bile. O gerçekler, bu hayallerden bin kere lâtiftir. Bu hayalleri bile insan öylesine hastalanmadıkça göremiyor, duyamıyor; o gerçekleri de ölmedikçe ölümden önce göremez.

Erenlerin hallerindeki inceliği bilen, onların ululuğunu anlayan ziyâretçi, erenin tapısına çın seherden beri bunca meleğin, bunca tertertemiz canın geldiğini bilir; böyle bir evrâd arasında şeyhe zahmet vermemek için bekler de bekler. Hani padişahın kapısında, sarayında köleler vardır. Her sabah virdleri vardır onların… Herbirinin belli bir durağı, belli bir kulluğu, belli bir ibâdeti vardır. Kimisi uzaktan tapı kılar; padişah bakmaz onlara; görmezlikten gelir onları. Fakat kullar, padişahı da görürler, ne yaptığını da görürler. Adam padişah oldu mu virdi şudur artık: Kullar her yandan, onun tapısına gelsinler; çünkü kulluk kalmamıştır artık; “Tanrı huylarıyla huylanın” hükmü yerine gelmiştir. “Ona kulak olurum, göz kesilirim” buyruğu meydana gelmiştir. 

Bu, pek ulu bir duraktır; söylemek de yazıktır. Çünkü ululuğu, u’yla, le’yle, u’yla anlaşılmaz; onun ululuğundan birazcığı yol bulsa bu yana; ne u kalır, ne u’nun söylenirken çıktığı yer… Ne le kalır, ne le’nin söylenirken çıktığı yer. Ne el kalır, ne bel. Varlık biter; ışıklar ordusundan varlık şarı yıkılır gider. 

“Gerçekten de padişahlar, bir şara girdiler mi, yıkarlar yakarlar o şarı.” 

Bir deve, küçücük bir eve girse o ev yıkılır gider amma o yıkık yerde de binlerce hazine bulunur.

Kasîde:

“Sen, her ne yapıyorsan bil ki, o benim işimdir; beden ne iş yaparsa yapsın, o işi asıl yapan candır! 

Sen, benim gözümsün; sen, benim kulağımsın! Ben, sadece bu ikisini söyledim; ötesini sen bil, sen anla!.. 

O gizli hazine dünyada olmasaydı, dünyada yıkık bir ev olur muydu? Çünkü hazineler, daima yıkık yerlerde bulunur! 

Babacığım; sen, define iste! Elini oynat, elini oynat!.. 

Onun güzel kokusu, bizim yol göstericimiz oldu; güllere, fesleğenlere kadar bize yol gösterdi! 

Varlık âlemi, zerre zerre sana müşteridir; aklını başına al da, sende bulunan inciyi ucuza satma! 

Aşk olunca, can kaybolmaz! Sevgilinin gölgesi, başımızdan uzaklaşmasın!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 19

Azdan Çoğu Bilmek…

Birisi sordu, dedi ki: Bilmeyenler, anlamayanlar çok, bilenler, anlayanlar az. Bilmeyenlerle, özü düz olmayanlarla bilenleri ayırdetmeye kalkışsak bu iş uzun sürmez mi? 

Mevlâna buyurdu ki: Bilmeyenler çoktur, bilenler azdır amma o azı bildin mi hepsini bilmiş olursun. Hani bir avuç buğdayı bildin mi, dünyadaki bütün buğday ambarlarını bilmiş olursun ya; hani birazcık şekeri tattın, tadını anladın mı, yüz çeşit tatlı yapsalar şekeri biliyor, anlıyorsan, yediğin şeyde şeker bulunduğunu bilir, anlarsın ya; onun gibi işte. Boynuz kadar bir şeker kamışını emen kişinin şekeri tanıyıp bilmemesi için iki boynuzlu olması gerek. 

Size bu söz, tekrar gibi görünür; bu da ilk dersi anlamamış olmanızdandır; bu yüzden bize de hergün, bunu söylemek gerekiyor. 

Hani bir öğretmen, bir çocuğu üç ay okutmuş, çocuk gene de “elifte birşey yok” sözünü geçememiş. Çocuğun babası gelmiş de galiba demiş, hizmette kusurumuz var; bir kusurda bulunduysak buyurun da daha çok ağırlayalım sizi. Öğretmen, yok demiş; sizin kusurunuz yok; fakat çocuk bu dersi geçemiyor. Çocuğu çağırmış; “elifte birşey yok” de demiş. Çocuk, “birşey yok” demiş, “elifte” diyememiş. Muallim demiş ki: “Görüyorsun, hâl, gördüğün gibi; bu dersi bile geçemedi, bunu bile öğrenemedi; ona yeni bir ders nasıl vereyim?”

Asıl Kerâmet…

Birisi, bir gün içinde, yahut bir solukta Kâbe’ye gider; bu o kadar şaşılacak birşey de değildir, kerâmet de değil. Sam yelinde de bu kerâmet var; bir günde, bir solukta dilediği yere gider. Kerâmet, ona derler ki seni aşağılık bir hâlden yüce bir hâle getirsin de oradan buraya, bilgisizlikten akla, cansızlıktan canlılığa sefer edesin. 

Hani önce topraktın, cansızdın; seni bitki âlemine getirdi. Bitki âleminden pıhtılaşmış kan, et âlemine, pıhtılaşmış kan, et âleminden hayvanlık âlemine, oradan da insanlık âlemine sefer ettin. Kerâmet budur işte; ulu Tanrı, böylesine bir yolculuğu sana yakınlaştırdı, yakın gösterdi; oysa şu açtığın yolları nasıl aşacaksın, şu konaklarda nasıl konaklayacaksın; gelecek misin, hangi yoldan geleceksin; hatırında bile yoktu, vehmine bile gelmezdi. Fakat geldin ya, seni getirdiler ya; apaçık görüyorsun ki geldin. Böylece seni, çeşit çeşit, renk renk yüzlerce bambaşka âlemlere de götürürler. İnkâr etme; bundan haber verirlerse kabul et.

Kasîde:

“Ey aşk padişahına yenilen, ona mat olup kalan! Bu hâle üzülme! Ona karşılık verme! 

Yokluk bağına gel de, kendi ölümsüz canında cennetleri seyret! 

Eğer sen kendi varlığından, benliğinden birazcık olsun ileri gidersen bunların ötesinde bu mânâ göklerini seyredersin. 

Nurdan çadırı ve bayrakları olan o mânâlar ve hakîkatler padişahını görürsen, hakîkatler gözüne görününce artık kerâmet arama! Çünkü kerâmetler onun kudretinin varlığının nişânı, belirtisidir. 

Ayrılığa fazla dayanamadığı için dağlardan köpürerek, ağlayarak, feryâd ederek, başını taştan taşa çarparak aslına doğru koşan sel denize kavuşunca ne olur? Heyhât artık onun varlığı kalır mı? 

Ey Tebrizli Şems, biz artık mat olduk. Bizden sana yüzlerce selâm, yüzlerce hizmet!”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 18

Tanrı’nın Aşk Oltası…

Tanrı özleyişi ne vakit bırakır seni? Burada şükretmek gerek ki irâdemiz, elimizde değil, Tanrı elindeyiz biz. Hani çocuk, küçükken sütten, anasından başka birşey bilmez; tapacak odur ancak ona. Ulu Tanrı, hiç onu, bu hâlde bırakır mı? Daha ileri çeker; ekmek yemeye, oyun oynamaya düşürür. Derken oradan da çeker, akıl durağına ulaştırır. Şu çocukluk, öbür dünyâya göre de tıpkı tıpkısınadır; öbür dünyâda da bir başka meme var; seni hâline koymaz, Öylesine bir yere ulaştırır ki o hâlin çocukluk olduğunu, hiçbir şeye yaramadığını anlarsın. 

“Şaşarım bir bölük halka ki onları zincirlere bağlarlar da cennete sürüklerler.” “Tutun, bağlayın onları zincirlerle.” Sonra nîmetlere ulaştırın, sonra da olgunluğa ulaştırın. 

Balıkçılar, balığı birden avlamazlar. Olta, balığın boğazına takıldı mı, kanı aksın, gevşesin, arıklasın diye birazcık çekerler. Sonra hâline bırakırlar. Derken gene çekerler. Sonunda tam arıklaşır, o vakit tutup alırlar. Aşk oltası da insanın boğazına takıldı mı, kendisinde bulunan güç, pis kan, yavaş yavaş ondan akıp gitsin diye Ulu Tanrı, onu yavaş yavaş çeker. “Gerçekten de daraltan da Tanrıdır, genişleten de.”

Hasların İnancı…

“Tanrıdan başka yoktur tapacak” sözü, herkesin inancıdır. Bir de hasların inancı var. Hasların inancı, “Ondan başka varlık yoktur” sözüyle belirtilir. 

Hani bir kişi, rüyâda padişah olduğunu görür. Tahta kurulmuştur; kullar, perdeciler, beyler, çevre yanında ayakta durmadadır. Padişah olmam gerek, hem de benden başka padişah yok der. Bir de uyanır, bakar ki evde, kendisinden başka kimsecikler yok. Bu kez, benim der, benden başka kimse yok. Fakat buna uyanık göz gerek, uykulu göz, göremez bunu, onun işi değildir bu. 

Her bölük, öbür bölüğe aslı yoktur der. Bunlar, gerçek biziz, vahiy bize gelmiş, onların aslı yok der. Onlar da bunlara bu çeşit söyler. Böylece yetmiş iki millet, birbirlerine, aslı yok der. Şu hâlde hepsi de şunda birleşiyor: Diyorlar ki hepsine de vahiy gelmemiş; demek ki vahyin yokluğunda birleşiyorlar; gene bir bölüğe vahiy geldiğinde de hepsi bir, bunda da birleşiyorlar. 

Şimdi aklı fikri başında bir ayırdeden inanç ıssı gerek ki o bir bölük hangisidir, bunu bilsin, anlasın, “İnanan, anlayışlıdır, ayırdedicidir.”

Kasîde:

“Aşkın canına and olsun ki, yüzlerce burcun, yüzlerce kal’a bedeninin içinde bile olsa yine de hiç bir can, aşktan canını kurtaramaz. 

Arslan bile olsan, aşk arslanları avlar. Fil kadar kocaman bir gövden olsa, aşk gergedan olur, seni alt eder. 

Ondan kaçıp kurtulmak için derin bir kuyunun dibine insen, aşk kova gibi seni tutar, boynuna ipini geçirir, yukarı çeker alır. 

Sen kıl gibi incelsen, göze görünmemek istesen, aşk kılı kırk yarar. Kebap olsan, aşk şiş olur, seni evire çevire yakar, yandırır. 

Her ne kadar aşk erkeğin de kadının da aklını çeler, fikrini elinden alırsa da, emînlik de aşktadır, adâlet de ondandır.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 17

Sözün Hikmeti…

Söz, duyanın miktarına göre söylenir, dinleyen, o hikmeti ne kadar çekmeye uğraşır, ne kadar onunla gıdalanırsa hikmet, o kadar söylenir. O istemezse hikmet de söylenmez, yüz göstermez. Ne şaşılacak şey der, neden söz söylemiyor? Söyleyecek olan da ne şaşılacak şey diye cevap verir, neden söz söyletmiyor? Sana dinleme gücünü vermeyen, söyleyene de söyleme isteği vermiyor. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin; Mustafâ’nın zamanında bir kâfirin Müslüman bir kölesi vardı; mayası temiz bir köleydi. Sahibi, tasları al da hamama gidelim dedi. Yolda mescidin önünden geçiyorlardı. Mustafâ, sahâbeyle mescidde namaz kılıyordu. Köle, efendim dedi, Ulu Tanrı hakkıyçin şu tası bir soluk tut da iki rekât namaz kılıvereyim; kılar kılmaz gelirim. Köle mescide girdi, namaz kıldı. Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ, dışarı çıktı; bütün sahâbe de dışarı çıktı. Köle mescidde yapayalnız kaldı. Efendisi, kuşluk çağına dek bekledi, a köle, çık dışarı, diye bağırdı. Köle, bırakmıyorlar beni, diye cevap verdi. İş haddi aşınca adam, başını mescidden içeri uzattı; bırakmayan kimdir?.. onu görmek istiyordu. Ne kimseyi gördü, ne kimsenin gölgesini, ne bir ayakkabı vardı, ne kımıldayan kimsecik. Köleye, seni dışarı bırakmayan kim? dedi. Köle, seni içeriye sokmıyan biri var ya dedi, beni dışarı bırakmayan o.

Mustafâ’nın Dini…

Birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’ya dedi ki: Gerçekten de seni seviyorum ben. Mustafâ dedi ki: Aklını başına al, ne diyorsun sen? Adam, seni seviyorum dedi. Mustafâ, aklını başına al, ne diyorsun sen dedi. Adam tekrar, seni seviyorum ben deyince Mustafâ, öylesine ayağını dire dedi; kendi elinle seni öldüreceğim, vay sana. 

Yine birisi, Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Mustafâ’nın zamanında, tapısına geldi de dedi ki: Senin bu dinini istemiyorum, vallahi istemiyorum, bu dini geri al. Senin dinine girdim gireli bir gün olsun, dincelmedim; mal gitti, kadın gitti, çocuk gitti; saygı görmem kalmadı, gücüm kuvvetim kalmadı, dileğim isteğim kalmadı. Mustafâ, hâşâ dedi; benim dinimin şânından değildir ki bir yere gitsin, birinin gönlüne yerleşsin de o adamı kökünden söküp atmasın; evini barkını silip süpürmesin, tertemiz etmesin de geri gelsin; “Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilirler.” Nasıl sevgilidir o ki sende kıl kadar bile olsa, kendini sevmek, varlığına bağlanmak varken kendisine yol versin sana. Dostun yüz göstermesi için adamın, tümden kendinden de, dünyadan da usanması, kendine düşman kesilmesi gerek. Bizim dinimiz de hangi gönülde yerleşirse o gönlü Tanrıya ulaştırmadıkça, gerekmeyen şeyleri o gönül ıssından ayırmadıkça ondan el çekmez.

Rubaî:

“Aşk yolunda yürürken bizim meydanımıza doğru yuvarlana yuvarlana gelen bir kesik baş görürsen, o baş aşk şehidinin başı olduğu için… 

Sen sırlarımızı, aşkımızın sırlarını ondan sor! Çünkü gizli gönül sırlarını, gönül maceralarını ancak ondan duyabilirsin.”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 16

Tanrı Dilerse…

Herkes Kâbe’ye gireceğiz der. Kimisi de Tanrı izin verirse gireceğiz der. Tanrı izin verirse diyenler âşıklardır. Çünkü âşık, kendini bir iş güç görüyor, dilediğini yapıyor görmez; sevgilinin işine gücüne koyulmuş görür. Bu yüzden de sevgili dilerse gireriz der. Şimdi zâhir ehline göre Mescidü’l Harâm, halkın gittiği bu Kâbe’dir. Âşıklara, haslara göreyse Mescidü’l Harâm, Tanrı’yla buluşmadır. Onun için de Tanrı dilerse derler, ona ereriz, görme yüceliğine ulaşırız. Fakat sevgilinin Tanrı izin verirse demesine az rastlanır. 

Bir garibin hikâyesi vardır hani. Fakat garip gerek ki garibin hikâyesini işitsin, duyabilsin. 

Tanrı’nın öylesine kulları vardır ki onlar, özlenilenlerdir, sevilenlerdir. Ulu Tanrı onları diler. Âşıkların ödevleri neyse Tanrı, onlara karşı, o ödevleri işler; böylesine bir iştir, işler durur. Hani âşık, Tanrı izin verirse varırız diyordu ya; Ulu Tanrı, o üstün ere karşı bunu der. Bunu anlatmaya koyulsak Tanrı’ya ulaşmış erenler bile ipin ucunu yitirirler; iş böyleyken bu çeşit hâller, bu çeşit gizli şeyler, halka nasıl söylenebilir?

Gönül Alçaklığı…

Birisi içeriye girdi; Mevlâna buyurdu ki: 

Sevgilidir, alçak gönüllüdür o. Bu, mayasında var onun. Hani meyvesi çok olan dal gibi; o meyve onu aşağıya eğer. Meyvesi olmayan dalsa selvi gibi yücelere baş çeker. Meyve haddini aştı mı da büsbütün yerlere döşenmesin diye o dala direkler dayarlar. 

Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamberimiz pek alçak gönüllüydü; çünkü önden sondan bütün dünyanın meyvesi onda toplanmıştı; bu yüzden de herkesten daha alçak gönüllüydü. 

“Selâm vermede Tanrı Elçisi’ni kimse geçememiştir.” Peygamber’den önce kimse ona selâm verememiştir; çünkü Peygamber, sonsuz bir gönül alçaklığıyla ondan önce selâm verirdi. Fakat tutalım önce selâm vermesin, yine de gönlü alçak olan oydu, selâmda ilk davranan oydu; çünkü selâmı ondan öğrendiler, ondan duydular. Öncekiler de, sonra gelenler de, hepsi onun vuruşudur, hepsi onun gölgesi. 

Bir kişinin gölgesi, eve ondan önce girse gölge, görünüşte öncülük eder görünür amma gerçekte ilk giren, o kişidir. Çünkü gölge, ona uyar. Bu huylar, şimdi meydana gelmiş de değil. Tâ o vakitten, Âdem’in zerrelerinde vardı. Onun parça buçuklarında vardı bu zerreler. Kimisi aydındı, kimisi yarı aydın, kimisi de karanlık. Bu, şimdi meydana çıkmada. Fakat bu aydınlık, bu ışıklık, daha öncedir; onun zerresi Âdem’de hepsinden daha arıydı, daha aydındı, daha alçak gönüllüydü.

Beyit:

“Akıl çenginden benlik, senlik telini kopar; onun yerine sevgi telini tak! Vakit geçirmeden gönül nağmelerini seslendirmeye başla, bir benim için çal, bir de senin için çal!..”

FÎHİ MÂ-FÎH’DEN SOHBETLER – 15

Aşktan Başka Her Şey Harâmdır Âşığa…

İnsanın beden gemisinin yelkeni imandır. Yelken oldu mu, yel, onu büyük bir yere sürer götürür. Fakat yelken olmazsa söz, bir yeldir ancak. 

Ne hoştur sevenle sevilenin arasında hiçbir teklif ve tekellüfün olmayışı. Bütün bu teklif ve tekellüfler, yabancılar içindir. Aşktan başka her şey haramdır âşığa. Bu sözü iyice, tam anlatırdım amma yeri sırası değil. Suyun gönül havuzuna akması için çok arklar açmak, dereler kazmak gerek. Yoksa ya dinleyen topluluk usanır, yahut da söyleyene usanç gelir, bahâneler getirir; dinleyenlerden usancı gideremeyen kişininse iki pul bile değeri yoktur. 

Âşık, sevgilinin güzelliğine delil getirmez kimseye. Hiç kimse de sevgilinin güzel olmadığını belirten bir delili âşığın gönlüne yerleştiremez. 

Şu hâlde anlaşıldı ki burada delilin işi yok; burada aşk istemek gerek. Şimdi beyitte mübalâğa yapsak da âşık hakkında mübalâğa değildir o. Görüyoruz hani, mürîd, şeyhin görünüşüne, şekline özünü, anlamını saçıp döküyor da, a şekli bile binlerce anlamdan daha da hoş olan diyor. Çünkü zâten şeyhe gelen mürîd, önce kendi özünden, varlığından geçer, şeyhe muhtaç olur. 

Bahâeddin, şeyhin şekli için kendi anlamından geçmiyor, kendi anlamından, şeyhin canına ulaşmak, anlamına varmak için geçiyor, değil mi diye sordu. 

Mevlânâ buyurdu ki: Böyle olamaz; böyle olursa her ikisi de şeyh olur. Şimdi içinde bir ışık elde etmelisin ki şu işkil yükünden kurtulasın, emîn olasın, içinde böyle ışık bulunan kişinin gönlünde, beylik, vezirlik gibi dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibi çakıp geçiverir. Hani dünya ehlinin gönlünde de Tanrı korkusu, erenlerin âlemini özleyiş gibi görünmeyen dünyâyla ilgili düşünceler parlasa bile bir şimşek gibidir bunlar, çakar gider. Tanrı ehli olanlarsa tümden Tanrı’ya vermişlerdir kendilerini; Tanrı’ya tutmuşlardır yüzlerini; Tanrı’yla oyalanırlar; Tanrı’ya dalmış gitmiştir onlar. Dünya hevesleri, iktidârı kalmamış adamdaki istek gibi bir yüz gösterir, fakat durmaz, geçer gider. Dünya ehli de âhiret hâllerinde tam bunun tersinedir.

Kasîde:

“Âşığın, delilikten başka ne sanatı, ne hüneri vardır? 

Sevgililerin nazlanmaları da, kendilerini âşıklara yabancı gibi göstermekten başka ne olabilir? 

Nurun, ışığın önünde oynamayı, sıçramayı, dönüp dolaşmayı zerrelerden; yiğitlikte bulunmayı, korkmadan kendini ateşe atıp yanmayı da pervâneden öğren! 

Sarhoş arslan gibi sıçra, atıl; ne evveli ne de âhiri, yâni ne önü ne de sonu bil! Arslanlara, kedi ile savaşmak ayıptır! 

Sen, sırlar kadehisin; kulağını tıka, gözünü kapa! Çatlak kâse, kadehlik edemez! 

Kim, keskin kılıcın önünde kalkan gibi çırçıplak durur da paralanmak ister; kim, altın gibi, kuyumcunun tavasında ateşle bir evde oturabilir? 

Irmağın suyu tatlıdır ama, denizin heybeti nerededir! Nerede şâha vezir olmak, nerede her çeşit kayıttan, bağdan kurtulmak, hür olmak! 

Gece, yıldızlar ve ay yüzünden aydınlık olsa bile, gündüzün yerini tutabilir mi? Boncuk parlak olsa bile, incilik edebilir mi?”